Size söyleyeyim, bu sevmediğimizin itirafı, sevdiğini itiraf etmekten bin kat daha güzeldi. Sevinç doluyduk, yüzlerimiz pembe pembeydi; kararımızı söylemeye koşa koşa eve gittik. Giderken birbirimizi cesaretlendiriyorduk.
"İsterse bağırsınlar, dövsünler hatta kovsunlar, biz daha mutlu olacağız!" diyordum.
Eve geldiğimizde ailelerimiz eşikte bizi bekliyordu. Bize bakıp da mutlu olduğumuzu görünce uşağa işaret ettiler. Uşak elinde şampanyayla geldi. Ellerimi kollarımı sallayıp protesto ediyorum, bağırıyorum... Zoya ağlıyor ve bağırıyor... Bir gürültü, bir şamata, şampanya içilemedi.
Yine de evlendirdiler.
Bugün evliliğimizin gümüş yıldönümü. Çeyrek yüzyıl birlikte yaşadık! Önceleri çok zordu. Ona hep bağırıp çağırdım, hatta dövdüm, istemeye istemeye sevmeye başladım... İstemeye istemeye çocuklarımız oldu... Sonra... işte öyle... alıştık...
Şu an Zoyacığım arkamda durmuş, elleri omzumda kelimi öpüyor.
Biz ikinci el insanlarız. Hayatımızı bize anlatılanlarla devam ettirdik; ya heveslerimizin ve eğilimlerimizin gösterdiği yönde gittik ya da olaylar ve çevre tarafından dayatılanları kabul etmek zorunda bırakıldık. Binbir çeşit tesirin ürününüz ve içimizde yeni bir şey yok, kendi başımıza keşfettiğimiz hiçbir şey yok; özgün, bozulmamış, lekesiz herhangi bir şey.
İnsanlık aleminin başlangıcında sahnede sadece Adem ve Havva olunca, insan düşünmeden edemez tabi:
“O zaman insanlar nasıl çoğaldı peki?”
Şöyle anlattılar, yazdılar çizdiler din adamları,