Kız, Alper'in elindeki dergiye baktı. "Cidden artık oha ya üç yüz bir kişi öldü tek bir kişi istifa etmedi bir de isyan eden vatandaşı tekmeliyorlar... Hâlâ da, 'Tutunamayanlar biziz,' diyor şaka gibi. Şimdi biri bir şey dese onu da üç yüz birden yargılamayı bilirler hemen." "Niye etsin kızım? Toplumsal hafıza mı var,
Sayfa 47 - Giriş, Aşka kılavuzmuş yavru kedilerKitabı okudu
Tespit edebildiğim kadarıyla yurdum insanının öğrenilmiş çaresizlik içinde huzurla yaşamak için bulduğu 6 eşsiz yol bulunmaktadır. 1. Suç ortaklığı sistemi. Prof. Dr. Mehmet Altan'a göre Doğu toplumlarında bireyler Batıklardan farklı olarak karar alırken çevresine danışır, böylece başarısızlık durumunda suçluluk duygusu yaşamaz. Ortak
Reklam
Dostoyevski'nin Anna Karenina incelemesi!
Başlangıçta çok beğendim; başımı kaldıramıyordum; ayrıntılarına kadar bayağı hoşlanmıştım; ancak bütününde ilgim azaldı. Bunu bir yerlerde okumuşum gibi gelmişti bana, evet, hâlâ belleklerde tazeliğini koruyan, Kont Tolstoy'un Çocukluk ve Delikanlılık, Savaş ve Barış adlı yapıtlarında da aynı hava vardı. Konusu farklı olmakla birlikte Rus
Sayfa 701 - 702, 703, 704, 705, 706, 707, 708, 709, 710, 711, 712 Yapı Kredi Yayınları
İran Şahı Rıza Şah Pehlevi 1934te Mustafa Kemal'i Ankara'da ziyarete gelir. Şahın babası bir çobandı; sonra asker, general oluyor, darbe yapıp başa geçiyor ve Kaçar hanedanını devirip kendini Şah ilan ediyor. Mustafa Kemal, Şaha "başa geçtiğinizde yazınızı değiştirmiyorsunuz" diyor. O eşek çobanının oğlu Rıza Pehlevi'deki bilince bakın: "Biz bu yazıyı değiştirirsek, Firdevsi'yi, Hafız'ı, Sadi'yi, Mevlana'yı, Ömer Hayyam'ı nasıl okuyacağız?" diyor. Mustafa Kemal'in söyleyecek lafı kalmıyor. Bizde olmayan böyle bir bilinç var.
Kültür farkı...
Burası Amerika, başaramayınca, baba evine dönüp, annenin etekleri arasına sığınamıyorsun, bizde olduğu gibi.Böyle, sokaklara düşüyorsun işte.
Binaenaleyh tarih edebiyatımızda; büyük devletlerin Türkiye’yi ezdiği gibi bir üçüncü dünyacılığı unutalım; tarihe böyle bakılmaz; bunu bizde milliyetçi sol yaptı, tarihçilikte üçüncü dünya tipi bir Türkiye yaratmak mümkün değil. Türkiye üçüncü dünya ülkelerinin kalıbına girmez. Ne geçmişiyle, ne haliyle mümkündür bu.
Reklam
Çok afedersiniz Bugün bizde Sosyetik olanlar yatağın yanına konan dolaba komidin derler. ne dolabı bu komidin? Biz bunu Avrupalılardan almışız. Komidinin lügat manası (Çok affedersiniz) içerisine lazımlık konan dolap demektir. niçin böyle? Çünkü Avrupalı yıkanmayı bilmez, 100 numarayı da bilmez.
Süt kuzusu lafları bunlar. İnsan her durumda saygınlığını koruyabilir. Mücadele yüceltir, alçaltmaz. Özdeyişlerden alıntılar! Tek yaptığınız benim saygınlığımı korumayı beceremediğimi ileri sürmek. Yani saygıya değer biriyim, fakat bu erdemi korumayı beceremiyorum. Böyle bir şeyin mümkün olduğunu anlıyorsunuz değil mi? Hoş bütün Ruslar böyledir zaten, neden biliyor musunuz? Çünkü Ruslar, kendilerine uygun bir tarz yaratabilmek için haddinden fazla çok yönlü ve yeteneklidir. Oysa bütün iş tarzda. Biz Ruslar genellikle öyle üstün yetenekliyizdir ki, kendimize uygun bir tarz bulmak için mutlaka dehaya ihtiyaç duyarız. Eh deha da pek bulunmaz bizde, zira genellikle nadir rastlanan bir şeydir dünyada. Fakat bu tarz Fransızlarda, belki birkaç Avrupa ülkesinde daha öyle harika biçimlenmiştir ki, hiç hak etmedikleri hâlde son derece saygın görünürler. Bu yüzden tarz onlar için çok önemlidir.
Bir gün Ankara Palas’ta, benden yaşlı ve çok zeki tanınmış bir münevverimizle konuşuyordum. Elimde bir Kafka vardı. Kitabı aldı, elinde evirip çevirdikten sonra yüzünü buruşturdu. Benim gibi zeki bir gencin —zekâmı bilmem ama, o zaman hakikaten bana genç denebilirdi — böyle mülevves şeyleri, bu cinsten dejenere muharrirleri okumasını hiç doğru bulmadığını, fakat kabahatin bizde olmadığını, asıl kabahatin bu gibi kitapları memlekete serbestçe sokan hükümette olduğunu söyledi. Hayretimden donup kalmıştım. Bir lâhzada 1923 inkilâbından seksen sene evveline, Abdülhamid Han'ın kitaba ve gazeteye sansür koyduğu devre dönüvermiştik. Kendisine düşüncemi söyleyince masasını bana bırakıp gitti. Hayatta övünebileceğim tek zaferim belki budur, yani kitaptan korkan, düşünceye had çekmek isteyen bu adamı yanımdan kaçırtmamdır.
Öyle sanıyorum ki, ne mâziyi sevmek, ne Garbi tanımak ve ona hayran olmak bizim için kâfi değildir. Mâzi nihayet geçmiş bir zamandır; bizde, ancak kendisine içimizden bir şeyler katarak hakkıyla yaşıyabilir. Biz ise «Bugün bile» değiliz; yarınız. Her neslin asıl vazifesi kendi ötesinde gelecek için olanı hazırlarken başlar. Bizim için asıl yapılması lâzım gelen, memlekette yeni hayat şekilleri yaratmaktır. Biz Şark’a veya Garb’a ancak birbirinden ayrı iki kaynağımız gibi bakabiliriz. Her ikisi de bizde ve geniş bir şekilde vardır; yani realitelerimizin içindedirler. Fakat onların mevcudiyeti kendi başlarına bir değer olamaz ve sadece böyle olması bizi, kendi hayatımızda, kendimiz için kendimize mahsus bir hayatı, geniş ve şumûllü bir terkibi yaratmaya davet eder. İçimizdeki kaynaşma ve karşılaşmanın verimli olması için bu hayatı, bu terkibi doğurması şarttır. Bu da asıl üçüncü kaynağa, «memleketin realitesi»ne varmakla kabildir.
Reklam
Toprağın sarsıntısı denizin fırtınasına benzemiyor, büsbütün ayrı bir şey; denizde her zaman müteyakkız bulunuyoruz; deniz, biliyoruz ki insanoğlu için güvenilecek bir unsur değildir. Onu başından düşman olarak aldığımız için su bizde mukavemet, müdafaa ve zafer sevkitabii ve ihtiyaçlarını uyandırıyor... Halbuki toprak böyle değil; o insanlığın en güvendiği unsurdur. Saadetini, refahını, emniyetini ona bağlamıştır. Onu her zaman itaatli, müşfik veyahut hiç olmazsa lâkayt ve sakin görmeğe alışmışızdır. Toprağın sarsılması işte bu emniyetin yıkılmasıdır ve bir dost tarafından hançerlenmeğe benzeyen vahim bir hâli vardır. Onun için denizden gelen tehlike karşısında atik ve cesaretli kesilen insan, topraktan gelen tehlike karşısında maneviyatını kaybetmiş bir sürü şekline giriyor.
İKİNCİ MERAKLI SUAL Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşısında bana hem alâkadar olduğum çok kardeşlerime kavî bir ihtimal ile ferah verecek bir teşebbüs etmek lâzımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek bilakis beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum. Bazı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: "Sana işkence eden bu mübtedi' ve kısmen münafık baştaki insanların takip ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?" Verdiğim cevabın muhtasarı şudur ki: Bu zamanda ehl-i İslâm'ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki kalpler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılab eder. Hem nur hem topuz; ikisini, bu zamanda benim gibi bir aciz yapamaz. Onun için bütün kuvvetimle nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lazım geliyor. Amma maddî cihadın muktezası ise o vazife şimdilik bizde değildir. Evet, ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına set çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!
İyiki bizde böyle değil :)
Gördüğüm kadarıyla, akrabalar birbirlerine yabancılardan çok daha kötü davranıyorlardı. Birbirlerinin zayıf ve gülünç yanlarını başkalarından daha iyi bildiklerinden daha kötü dedikodular yayıyorlar, kendi aralarında daha çok tartışıyor ve kavga ediyorlardı.
Şunu iyice akılda tutmak lazım azizim; maalesef hiç kimse kendi hayatında istediğini, istediği zamanda ve istediği şekilde gerçekleştiremiyor. Bizde herkes "keşke" demeye meyillidir. Herkes, "Hayatımı yanlış yaşadım," diye hayıflanmayı sever. Yetmiş yaşına gelir, yine de bunu der. Ne olacak da "keşke" demeyeceğiz? Bu kişilerden bizi ne ayıracak? Önünüze bir hedef koymanız sizi ayıracak. İnsanın hedefini belirleyip ona göre yaşaması gerekir. Kolaymış gibi geliyor değil mi? Zordur hâlbuki. Bizim gençlerimizde sıkıntı daha üniversite imtihanında başlıyor. İmtihana giren çocuk, puanına şöyle bir bakıyor; neresi tutarsa oraya gidiyor. Bu çocuğumuzun yerleştiği üniversitede nasıl bir eğitim alacağı da çoğu kez belirsizdir, âdeta piyangodur. Çok açık ki böyle plan olmaz, bu bir hedef değildir. İnsan hayatı piyangoya bırakılamayacak kadar değerlidir.
Sayfa 17
Creme de la Creme
İnsan gençken, toyken, kıskanıyor, hüzünleniyor, yavrum. Ne zaman ki işin aslını öğreniyorsunuz, o zaman bizde niye yok duygusu ortadan kalkıyor ve anlıyorsunuz: Samuel Wadsworth Russell'ın dünya görüşüyle mutabık olmadığımız ve afyonkeş Çinlilerden kazandığımız parayla Afrika'dan boyunlarına zincirler takıp getirdiğimiz karaderili kölelere inşa ettirmediğimiz sürece bizim böyle binalarımız olamazmış.
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.