Dönemin siyasileri ve kalem erbabı da ziyaretten son derece memnundur. Başbakan Şükrü Saracoğlu hislerini, "Minnettarlığımı tebarüz ettirirken derin bir zevk içindeyim. Dünyanın en mükemmel çocuğu olan Amerika ve Amerikalılar, ellerinde insanlık, adalet, hürriyet, medeniyet bayrakları olduğu halde sağlam ve metin adımlarla yürümektedirler," cümleleriyle ifade etmiştir. Cumhurbaşkanı İnönü ise gazetecilere, "Amerikan donanmasına mensup gemiler bize ne kadar yakın bulunurlarsa o kadar iyi olur," demiştir. (Bozkurt, 2008: 43) Dönemin basınında yapılan değerlendirmelerde de ziyaretten duyulan memnuniyet ve olağanüstü bir Amerikan hayranlığı göze çarpmaktadır. Falih Rıfkı Atay'ın "Missouri" adlı yazısı bu memnuniyet ve hayranlığın en iyi örneklerinden biridir. Atay yazısında şöyle demektedir: . . . Amerika'nın ne istediğini biliyoruz; hür, eşit ve egemen milletlerin ortaklaşa güvenliğine dayanan harpsiz, saldırışsız, sadece ahlak ve kanun bağlaşma ve antlaşmalarının hüküm sürdüğü bir dünya! Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes, Amerikan bayrağında kendi talih yıldızını da görür. (Bozkurt, 2008: 46)
Cihat Baban ise ABD'yi "muasır medeniyet"in timsali ve Türkiye'nin örnek alması gereken ülke olarak gördüğünü şu sözlerle anlatmaktadır: "Atatürk'ün Türk Milletine Onuncu Yıl Nutku ile göstermiş olduğu Türkiye'yi muasır medeniyetlerin fevkine çıkaracağız ideali, üstün medeniyeti ile muasır dünyayı temsil eden Birleşik Amerika'ya yakınlaşmanın onun sihirli elleri ile insanlık alemine getirmiş olduğu yüksek medeniyete kucak açmanın Türk milleti için zaruret olduğuna en manalı bir işaretti. Atatürkün bu isteği bugün tamamiyle yerine geldi. (Bozkurt, 2008: 50) ABD zırhlısının Türkiye'ye gelişine dair tek çatlak ses ise sosyalistlerden çıkmış, örneğin Mehmet Ali Aybar "Her Şeyden Evvel ve Her Şeyin Üstünde İstiklal" adlı yazısında şöyle demiştir: Tarihimizin en kritik anlarını yaşıyoruz: İstiklalimiz tehlikededir. Ve işin korkunç tarafı şudur ki, istiklalimize kastedenler bu sefer ordularla değil, bir yardım teklifinin yaldızlı paravanası arkasına gizlenerek üzerimize yürüdükleri için Türk milleti kuşkulanmıyor. Ve mahirane, mahirane olduğu kadar hainane bir propaganda da bu kuşkusuzluğu arttırmağa, istiklalimize kastedenleri bir kurtarıcı gibi göstermeğe çalışıyor. Bu gibi hallerde hakikati gören namuslu her Türk'e mukaddes bir vazife düşer: Her ne pahasına olursa olsun hakikatleri haykırmak . . . (Bozkurt, 2008: 51)
Reklam
Mustafa Kemal, Enver’le sürekli temas halindeydi. Enver’den bir yaş bü­yüktü; ama rütbe olarak onun astıydı. iki adam bir türlü geçinemiyorlardı. Devamlı olarak kavgalıydılar. Her ikisinin damarlarında da kavgacı Arnavut kanı dolaşıyordu. ikisi de gururlu, alıngan ve irade gücüne sahip kişilerdi. ikisinin de muhalefete ya da eleştiri­ye
Selanik’teki ilk günlerinden beri Enver’den hoşlanmamıştı. Şimdiyse ona karşı nefret duymaya başlamıştı; bunu açıkça göstermekten de geri durmu­yordu. Nefreti kıskançlıkla beslenmiş, acılaşmıştı. Mustafa Kemal her zaman en iyisi, en iyi asker olduğuna inandırılmışken, Enver’den daha büyük olma­sına karşın, şimdi onun peşinden sürükleniyordu. Daima Enver kumandan­ken Mustafa Kemal onun astı konumundaydı. Şık çadırında maiyetinde dalkavuklarla yaşayan, şevkle parıldayan, gös­terişli, kibar ve çekici Enver’in gözünde, gri yüzü, alaycı tavırları, ters sözle­riyle Mustafa Kemal, adeta ziyafetteki kafatası gibiydi. Bedevilerin cesaretini kırıyordu. Her planı eleştiriyordu. Her projeye dudak büküyordu. Tavrı da­ima kusur bulucu ve eleştireldi; ama hiçbir zaman işi itaatsizlik noktasına vardırmıyordu. Zaman ilerledikçe ilişkileri daha da güçleşmeye başladı. Aşırı sıcak altında kayalarla çevrili arazide pusuya yatma ve atlı saldırılardan ibaret olan bu usanç verici çatışmalar, en güçlü karakteri bile yıpratabilirdi. Hepsinin sevimli ve hoş bulduğu Fethi, aralarındaki açıklığı kapatmaya çalıştıysa da başaramadı. Mustafa Kemal kendi kampında kalmaktaydı. Küçük bir çadırda, adamla­rı kadar zorlu koşullarda, basit bir biçimde yaşıyordu. Eğlencelere gitmeyi ya da Enver’in maiyetinin bir parçası olmayı kesinlikle reddetmekteydi. Savaşın birinci yılının sonunda, pek az sonuç alınabilmişti. italyanlar kı­yıya yeni birlikler çıkartmışlar, kumsalda kendilerine siperler kazmışlar; ama daha ileri gidememişlerdi.
Selanik’teki ilk günlerinden beri Enver’den hoşlanmamıştı. Şimdiyse ona karşı nefret duymaya başlamıştı; bunu açıkça göstermekten de geri durmu­yordu. Nefreti kıskançlıkla beslenmiş, acılaşmıştı. Mustafa Kemal her zaman en iyisi, en iyi asker olduğuna inandırılmışken, Enver’den daha büyük olma­sına karşın, şimdi onun peşinden sürükleniyordu. Daima
Kahraman Enver paşa
Zindan olmuş dururken, Turan ili bağları, Yakarırdı Allah'a, hürriyeti ver diye. Bozkurt naralarından, sallanırken dağları, Türkistan’ın başbuğu, kahraman Enver diye. Yüce ülküsü için, hiç durmadan savaştı. Asya bozkırlarını, yiğit ruhuyla aştı. Ayaklandı bir millet, volkanlar gibi taştı, Haykırdı senelerce, kahraman Enver diye. Oğuz’un şeref dolu, ebedi dünyasında, Kızıl Elma dolaşır, hepsinin rüyasında, Rus'un, Çin'in kapkara, kin dolu riyasında, Şahlanır her bir otağ, kahraman Enver diye. Trablusgarp yetmedi, Çanakkale'ye koştu. Ahali zayıflamış, cephaneler bomboştu. Onu dinledi ecdat, fırtına gibi coştu. Titredi bütün alem, kahraman Enver diye. Vatan ne zaman düşse, zalim kanlı savaşa, Bir başından kalkardı, giderdi öbür başa, O ki Şehid-i Âlâ, Gâzi-i Namdar Paşa, Anılır her bir yanda, kahraman Enver diye.
Reklam
203 öğeden 121 ile 130 arasındakiler gösteriliyor.