Zihni, topladığı her küçük bilgi parçasını özenle birleştirip büyük resme ulaşır. Bu resim için- deki yerini görüp "Neden varım?" sorusuna anlamlı cevaplar bulur. Ancak büyük resmi görmek için basit şeylere bakmayı bırakmak, derin konulara dalmak için sığ meselelerin tartışma- sını kapatmak, fikirleri anlamak için şahısları takip etmekten kaçınmak, derin sorular sormak için ucuz cevapların konforalanını terk etmek gerekir. İşte o zaman yaşam ve ölümün hikmetini kavrayacak akli olgunluğa ulaşılabilir
25 Mayıs 1915
Bu gece, bugün o kadar top geçti ki yedi-sekiz tren, kırk vagondan ibarettir. Acaba bu harp yazın da bitmeyecek mi? Ya kışa kalır isek? Hepimizde ümid-i necat [kurtuluş ümidi] kesiliyor. Eyvah, buralarda mahvolup gideceğiz! Vatanımızı, ailemizi görmek nasip olmayacak mı? Artık birbirimizi teselli edemiyoruz. Biri düşünür iken
Yargılanmayı reddeden beyaz bir kız ile yargılanmaktan kendini gizleyen çift ırklı liseli gencin yaşadıklarına şahit olmaya hazır mısınız?
Kimliklerini yönlendiren ve ergenliğin zihinsel, sosyal ve duygusal zorluklarıyla yüzleşen iki ana karakterin düşüncelerine yakından bakmamıza olanak tanıyan bu eserle empati yolculuğumuza başlıyorum.
Frances Hodgson Burnett
Kitabın yazarı Frances Hodgson Burnett, çocuk kitapları da yazan romantik bir yazar. Küçük Lord Fauntleroy , Küçük Prenses ve Gizli Bahçe adlı üç çocuk romanıyla tanınıyor. Yazarlık kariyerine 19 yaşında,
Göktürk Devleti'ni kuran Bumin Kağan'ın küçük oğlu Taspar Kağan (572-581), Çin'de inançları yasaklanan Budacı rahipleri kendi ülkesinde konduruyor ve himaye ediyor. Bunu Budacılığa geçiş olarak görmek zor olabilir ama niyet temelinde görmemek daha zordur. Devletin daha birinci kuşağında böyle bir meyil göze çarpıyor. Bilge
Güzel sözlü, zarafet ve nezaket sahibi bir din görevlisi. Vaaz ve sohbetlerinde dinleyicilerine ilmi ve irfanı en güzel üslupla sunan, vaaz vermedeki mahareti sebebiyle “Sultanü’l-vaizin” olarak tanınan, vaiz ve hatipler için rol model olan öncü bir âlim, Tahir Büyükkörükçü.
Tahir Büyükkörükçü, 1925 yılında Konya’da dünyaya geldi. Babası,
Eger an Tōrk-i Şîrâzî bedest âred dil-i mâ râ
Behâl-i Hindûyeş bahşem Semerkand u Buhârâ.
Hafıza atfedilen bu şiirin Türkçesi şöyle tercüme edilebilinir: Eğer o Şirazlı Türk gönlümün isteğini kabul ederse/ Onun tek kara benine Semerkantı ve Buharayı bağışlarım". İtiraz edip hayır oradaki Tōrk (Türk) bir etnisite değil, güzel kelimesinin
günseli son günlerde öyle bir durumdayım ki bir iki dakika bile aklımı toparlayıp düşünemiyorum sevgilim şeytan bilir nelere takılıyorum neler düşünüyorum günlerdir yatıyorum hastalıktan mı bilmiyorum şimdi biraz düşünebileceğimi hissediyorum ve uzun süredir aklımda yüzen belirsiz bir cismi aydınlatmaya karar verdim evet aklım gene karışmadan
Ankara'ya niçin geldiğimi soruyorsunuz. Önce, Büyük Kurtarıcırnz Cumhurbaşkanı GAZİ Hazretlerini görmek için geldim. Çünkü zamanımızın hemen bütün devlet adamlarını tanımak isterim. Bundan başka, Birinci Dünya Savaşı sıralarında Türkiye'ye gelmiştim. Dostlarım bana daima, ülkenizde beş altı yıl içinde meydana getirilen büyük ve hayrete değer ilerlemelerden ve medeniyet eserlerinden bahsettiler. Bunları yerinde görmek ve incelemek istedim. Ülkenizi ziyaret ederken İtalya'da gördüğüm.bir tabloyu hatırladım: Ünlü bir ressam tarafından yapılan tablonun üzerine bir başka resim yapılmıştı. Fakat genç bir ressam, yeni yapılan resmi kazımış ve altında bulunan gerçek tabloyu meydana çıkarmıştı. Türk Milletinin yeteneklerini, ilerleme ve medeniyete karşı olan kabiliyetlerini temsil eden tablo, sultanlar devrinde, aldatıcı diğer bir resimle örtülmüştü. O BÜYÜK ADAM gelmiş, sonradan yapılan resmi hayret verici bir hünerle kazımış ve Türk Milletinin gerçek yeteneklerini meydana çıkarmıştı. Ağır hasta olan ve sonradan yeni hayat ve kudret kazanan bir milletin manzarasını görmekten daha güzel bir hal düşünülemez. Beni, bilhassa meydana getirilen bu yeni değişiklikler hayrette bıraktı.
iki üç gündür biraz hastayım. bu süreçte kitap okuyamadım. uzun süre kitabın başında duramadığım için kitap okuyamadığım bu sürede aklıma geçenlerde
Fotoğraflarla Atatürk kitabını okuduğum/fotoğraflarına baktığım geldi.
ben genelde Mustafa Kemal Atatürk'ün fotoğraflarına bakarken o zaman gerçekleşen
BİR KÜRT TÜRKÇEYİ NASIL KONUŞMALI?
Evet, nasıl konuşmalı? Aksanlı, şivesini koruyarak, kendi kimlik ve kültüründen tını, zenginlik ve bahisler katarak mı konuşmalı yoksa “İstanbul Türkçesi” adıyla standardize edilen gramatik bakımdan doğru, kelime dağarcığı açısından zengin ve ifade gücü bağlamında kuvvetli bir biçimde mi? Dicle’nin bir köyünde
_Rüya, gören olmadan da var olabilir. Rüya gören olmadan rüya mevcut olduğunda ise bu özgün gerçeklik gibi gelir. Siz yoksunuz ama kozmik bir akıl var. Brahma var. Bu yüzden bütün alemin Brahma'nın gördüğü bir rüya olduğunu söylerler. Bütün bu dünya bir rüyadır, bir mayadır. Ama bu her şeyin, tümün bir rüyasıdır. Kişisel bir rüya değildir.
ya uc sayfa okuyup icimden gelmezse diye (slumpta gibi bi seydeydim) hemen okuyorum isaretlemedim sonra bi bakmisim okulda elimde bitmis (bos dersler vardi) her neyse.
simdi spoiler falan olur mu bilmiyorum onceden bilgilendireyim.
kitabin sonunda turkceye cevrildigini gorunce ve bi yerde de birinin yorumunu gorunce nedense hic planim yokken
Bu ara öykü sularında geziyorum. Bu kitap öykünün bambaşka türü. İkişer üçer sayfalık mini minnacık hikayeler. Hani insan şey sanıyor, bir arazide su bulmak için yazar birer metrelik delikler açmış, denemiş de denemiş, birinde ikisinde ya bulmuş ya bulamamış. Ama yok, aslında hepsinde çok derine inmiş, ama bakıp görmeyi bilene. Değişik bir teknik.