Zaman zaman geriye bakıyor insan. Gülümseten anıları da oluyor, hüzünlendirenleri de. Günler geçiyor. Sonra aylar, bir bakmışsın mevsimler, yıllar... Fakat hatıralar, iyisiyle kötüsüyle zamanı yaşatıyor. Yeter ki hakikatli yaşamış olsun insan.
Hiç olmadığı kadar fazla kapılıyoruz yeryüzünün büyüsüne. Yüreğimiz kör, idrakımız sağır, aklımız esir. Öyle olmasa niçin ölür çocuklar kırk kilometre yürürken susuzluktan ya da yağmur gibi yağan bombalardan. Alıp veremediğimiz nedir?
Sana, penceremin önünde duran o vişne ağacını anlatmıştım. Karanlıkta bile, ona bakmak bir mutluluktu, bolartırdı gönlümü. Sen o vişne ağacı gibisin, demek isterim sana. İlkyaz güneşinde sert, yalız, ışınımlı aklığıyla bir kışın daha ödülünü dağıtır gibi göğe karşı çiçeklenen, taç yaprakları pörsüyüp döküldüğünde ardından gelecek alın umuduyla bizi oyalayan, yemişi, koparılmazsa, uzun süre karara karara kışı bekleyen vişnenin bütün hallerini sende görüyor değilim elbet.
Olan olmuştur, giden gitmiştir, yiten yitmiştir. Ne bütün bunlara mani olacak bir kudreti vardır insanın ne de geri döndürecek. Yaşayan, yaşamış herkesin ve her şeyin -belki de- bir vazifesi vardır, yerine getirecek.
Yalnızlık tuhaf şey. Zaman zaman yalnızlığı özlüyor insan zaman zaman kalabalıklara hasret. Bazen de yalnızlığına kendini ortak edip kalabalıklaşıyor. İşin içinden çıkamıyor ya da çıkmak istemiyor.