Cam tozu gibi bir yağmur yağıyordu. Yağmur değil de silme gökyüzü kesilmiş bir ağustos güneşi, yedi rengini savura savura dünyamıza dökülüyordu. Kentin en küçük meydanı bile insanda iyilik duyguları uyandıran bir genişlik kazanmıştı. Herkes kirpiklerinden sızan iki su damlasıyla bakıyordu birbirine. Sokaklar, bahçeler, çatılar, ıslandıkça yemyeşildi. Bu ağustos denizinde dağlar, sisten yontulmuş birer gemiydi, herkesin içindeki yolculuğu büyüten. Bütün evler pencerelerini açmış, gizli hülyalarına soluk aldırıyordu. Yağmur değil bir barıştı bu. İnsanların insanlarla, insanların nesnelerle olan ilişkisine bir incelik, bir güzellik gelmişti. Trenlerin ufka çizdiği karakalem keder, kapıların büyüttüğü alışkanlıklar, içini çeken aşk, mahkeme salonlarının ceza kokan adaleti, çarşılar da burgaçlanan yoksulluk, yaşlıların bir içsese dönen yalnızlığı, yalan olma değerini bile yitirmiş bir siyaset, günde yirmi dört saat kutsanan şiddet, paradan başka hiçbir değeri olmayan adamların onur kırıcı saltanatı... Kötülük ya da keder olarak içimizden dışımızdan bizi kuşatan ne varsa, yağmurla birdenbire gerçekliğin dışına çıkmıştı. Doğa, yaşama sevincini suyla sokmuş olmalıydı insanın yüreğine.