Julian Barnes’a Anglosakson dünyasının Nobel’i sayılan The Man Booker 2011 Ödülü’nü kazandırmış olan ve artık çok iyi tanıdığımız ironi anlayışının damgasını taşıyan Bir Son Duygusu, belleğin sonsuz değişkenliği, geçmişi yeniden inşa etmek denilen o devasa insani tutku ve her şeyden önce de, hayatın anlamı üzerine kaleme alınmış incelikli, sorgulayıcı bir ustalık eseri.
Hatırladıklarımızın ne kadarı gerçek, ne kadarı bizim uydurmamız? Yaşamın sonlarına doğru aniden yıllarca yaşadığınız hayatın, hatırladığınız geçmişin aslında çok farklı olduğunu anlasanız ve her şeye dürüstçe baktığınızda büsbütün başka biri olduğunuz ortaya çıksa, o zaman ne yaparsınız? Gençliğin rengarenk hayalleriyle yaşlılığın siyah-beyaz hayal kırıklığı birbirine karıştığında, yaşam sona doğru giderken artık bir şeyleri değiştirmenin olanaksız olduğu anlaşılırsa, ne yapmalı? Pişmanlık içinde son bir çabaya mı sarılmalı, yoksa zamanın kesip biçtiği, fakat bireysel sorumluluğun da şekillendirdiği sonuçla mı barışmalı? Bu sorulara Julian Barnes’ın, “Bir son duygusu” romanıyla cevap aramaya değer. Bazen soruların cevaplardan önemli olduğunu unutmadan...