Zaman, bünyesindeki bütün nesneleri olduğu gibi Kirmanşah’ın namlı tüccarını da mekân içerisinde evirip çeviriyor; günlerin süzgecinde eliyordu. Tıpkı babası gibi o da kısa zamanda, tez vakitte işleri büyütmek ve halıcılıkta malların tekelini sağlamakla uğraşıyordu. Öyle olsun ki tüm kervanlar Kirmanşah’ta önce kendisine uğrasın; mallardan mal, halılardan halı bırakıp halılar götürsündü uzaklara. Kirmanşah’ta kendisinden sorulan halı, dünyanın öbür ucundaki halı meraklılarını da kendisine çeksindi. Başka metalara bunca zaman hiç heves etmemiş olduğundan mütevellit, her yerde halılar tek kendisinden sorulsundu.
DİYÂR-I ŞEHR-İ REY’İN ÇÖMLEKÇİSİ “Yeryüzünde gerçekten müstesna olan sadece dört yer vardır ki bunlar Rey, Şam, Rakka ve Semerkant’tır.” (Bağdat’ın eski halifesi Harun el-Reşit) Büyük istilânın hemen öncesinde, henüz tahrip edilmemiş fakat mezhep kavgalarından ötürü oldukça yıpranmış Selçuklu şehirlerinden biri de çömlekçiliğin hünerli ellerden çıktığı, fakat hayvan kılıyla ve pamuklu dokuma kumaşların üretiminin tükenme noktasına geldiği Rey şehri idi ve daha dikkat çekici olanı ise buranın yaklaşık on kilometre ırağında, Horasan yolunun solunda, Mesgar Abad Dağları’nın eteklerindeki Harun Zindanı olarak adlandırılan ve Rey şehrinin sınırları içerisinde bulunan taş yapıydı. Bu taş yapı, her ne kadar gözlerden uzaksa da, doğunun bu topraklarında şehrin sakinlerinin nabzının her daim attığı bir Zerdüşt tapınağıydı. Yüzyıllarca gizemli havasıyla ateşkadeh olarak kullanıldıysa da bu uzun zaman önceydi tabii.
Reklam
İki mürekkep damlasından biri, diğerinin üzerine düştüğünde edip de son şiirini nihâyete erdirmiş, böylelikle gönlündekileri saman sarısı kâğıda nakşetmişti. Sonra oturduğu yerden kalkarak önündeki rahleyi odanın pencere duvarına bıraktı. Mumun aydınlattığı taş duvarlardaki titrek gölgeye aldırmaksızın kapıdan çıktı gitti. Mum, edibin ardından bir zaman daha titrek alevini karşıki duvarlarda raks ettirdiyse de çok geçmeden eriyip tükendi. Geride, dibinde erimiş halde biçimsiz, kısacık mum parçası ve etrafı firuzeyle kaplı, avuç içi kadar gümüş bir mumluk kalmıştı.
126 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
Kitap Eleştirisi
"Giuli, Zaruşad’a şehrin doğusundaki nehrin üzerinde kurulu taş köprüden geçerek yaklaşan kervanı görünce, baba baba, diyerek Mamuka’nın dükkânına koşmuştu. Tabii ki de bu sevindirici bir haberdi ve müjdeyi, obsidyen taşına alın terini akıtan ve böylelikle ona zarafet katan babasına çabucak ulaştırmalıydı. Giuli’nin muradına erebilmesi içinse öncelikle, şehrin çifte duvarla çevrilmiş devasa surlarını dolanması gerekmişti. ..." Kısaca Çeşm-i Giryan diyecek olursak bu kitaba, birbirinden bağımsız fakat birbiriyle ilintili olduğu hissini uyandıran hikâyelerin, yazarın dilinden ustalıklı ortaya koyulduğu hemen fark edilebiliyor. Her hikâyede ayrı bir kahraman ve bu kahramanların ayrı ayrı yaşanmışlıkları, yaşanmışlıklarından mütevellit sebepli kaçışları yazarın şu hayatın başka bir cihetini de gözler önüne sermekte.. Tavsiye ederim herkese.. Keyifli okumalarınız olsun..
Çeşm-i Giryan Çeşminaz Üdebai Çaresaz
Çeşm-i Giryan Çeşminaz Üdebai ÇaresazHimmet Dağlı · İkinci Adam Yayınları · 20193 okunma
Muhip derdi de başka bir adla çağırmazdı yeğenini. Onu bazen birkaç saat öncesinden eve gönderir, ocaktaki odunları yaktırarak akşam yemeği için ateşin üzerindeki hereninin suyunu kaynattırırdı. Bunu çoğunlukla haşlama kemikli et için yaptırırdı Mirzat Efendi. Adamın canlısı, etin kanlısı derdi de, canın boğazdan geleceğini, sıkı çalışmak için lâzım gelen kuvvetin kemik suyunda haşlanan etten, kemiğin iliğinden elde edileceğini söylenir dururdu. Mirzat Efendi, Muhip diye çağırdığı ve pek zayıf bulduğu yeğenine söyleyebileceği bu lakırdıları pek kayda değer şeylerden sayardı. Bazen de, ah Ferimâh ah! Beni şu feleğin ucuz insanlarıyla bıraktın gittin de ne oldu ha! Bak şu andavala muhtaç bıraktın Mirzatını, derdi.
Şehir son gecede tümden karanlığa gömüldüğünde, eşikteki sürmenin ve şalın sırrı zuhur etmeye başlamıştı nihayet. Ayın halesi şavkımaya başladıkça, peş peşe damlalar düşüyordu kağıt parçasına. Koyu siyaha çalan rengiyle mürekkep damlaları bu gece, odanın küçücük penceresinden sızan ay ışığıyla gittikçe ağarıyor; sonra vişneçürüğüne çalarak peyderpey şarabın rengine dönüyordu. Kan kokuyordu her yer, kan damlıyordu kâğıda şimdi. Harfler birbiri üstüne geliyor, deminki haleyle aynı kâğıdı kızıla boyuyordu. Kandan can bulmaya derman arıyordu dizeler. Kandan cana, candan insana dokunmaya yeltenircesine kabarıyor; rahleden taşmaya bir yol arıyorlardı sanki. Edip, titrek dudaklarıyla mührünü vurunca mahlas niyetine nazma; nazım gayz haliyle titreyivermişti birden. Sonra sükûta ermeye, erip de durulmaya başlıyordu yavaş yavaş. Ve edip dizeleri alıp hıfzedince, dizeler buharlaşıyordu peyderpey. Şiraz’da gecenin bitimide şâyia, sokaklara bir veba gibi dalga dalga yayıldığında edibin vücutsuz başından bakan bir çift göz, sürmelinin kapı eşiğinde, muhafaza ettiği sırrını maşukuna ifşa ediyordu.
Reklam
Büyük aşk, yine aşk nöbetlerinin açıktan açığa başlamasından iki üç gün öncesine kadar, dillere destan haliyle muhataplarını başkalarının gözünde, yani Şahrud’un hemen hemen bütün sokaklarında başka dünyaların insanlarıymış havasına sokuyor ve onları aşkın muhabbetinde müstesna bir vaziyette kutsanacak abidevi şahsiyetler kılıyordu.
Nefretini, mutluluğunun can yakıcı avansı olarak görmek, içine düştüğü ağdan çıkamayacak olmanın diğer adıydı ve kurtulmak adına her çırpınışı, ölümü biraz daha kucaklamak olacaktı kendisi için.
Ulak hiç oralı olmaksızın, gayet rahat bir ses tonuyla, “Vuslata ait en küçük bir ümit beslemeyen, biricik hazinesi taşıdığı heybesi olan ve ömrünü yollarda heba ederek umduğuna asla nail olamayacağını bildiği halde, ölümünü bekleyen kaç kişi vardır acaba? Evet, sermayesi birkaç meta olan birinin de, elbet kıymet verebileceği bir şeyler olabilir pekala!.. Ben, ölene kadar cennet köşkleri hayali kuranlardan değil, nefes alırken içerisinde bulunduğu güzelliklerin hakkını vermeye çalışanlardanım. Marifet, elbette iltifata tâbidir. İltifatta ise, zahirde benim gibilerin de bir payı olsa gerek!.” diye karşılık verecek idi.
Köpürmüş topraklarda bata çıka ilerledikleri kervan yolunda, gölgeleri cisimlerinden daha uzun olmaya başladığı bir vakitte, ufkun son merhalesinde belli belirsiz bir siluet fark edilebiliyordu. Bu muştuyu kervanın bitkin yolcularına ulaştıran yine Kervanbaşının yardımcısı olmuştu. Tiz sesiyle, kasvetli ânı her yerinden delik deşik eden adamın sözlerini duyan her bir yolcu yeniden can buluvermiş, gözlerindeki toprak rengi bakışlar umudun boyasıyla tazelenivermişti birden.
Reklam
DİYÂR-I ŞEHR-İ REY’İN ÇÖMLEKÇİSİ
Rey şehri, gökyüzünün simsiyah çehresini benek benek delip geçen yıldızların altında büyük bir sükûnet hâliyle sabahın ilk ışıklarına ulaşırken belli belirsiz iki siluet, çömlekçinin evinden ayrılarak sokaklarda gözlerden kaybolup gidiyordu.
Savaş ve enerjinin kırmızısını, hayat ve gücün siyahını, matem ve barışın beyazını, bilgeliğin ve özgüvenin mavisini, kahramanlık ve ölümün sarısını, uyumun ve mukavemetin yeşilini barındıran envaiçeşit boyalar; kırışıklık için günlük çiçeğinin ve moringa akasyasının sütleri, yarık ve yanık tedavisi için keçiboynuzu, çınar yaprağı ve bal karışımları, ağız kokuları için meyan kökleri, ihtiyarlığı baştan def etmek amacıyla balmumu ve türlü türlü reçineler ve daha pek çokları, Edip’in babasına ait dükkânın önündeki tezgâhta alıcılarını bekliyordu.
Şiraz’ın yıldızı istilâdan çok önce buraya gelmişti. Muhatabını arayan belâlı bir çift gözün kırıcılığından o güne dek hiç kimse haberdar değildi. Ama aynı yıldızın yakıcı nazarı, gündelik işler peşinde koşturan binlerce insanın arasında illâ ki, yazgısını yaşayacak olana erişecek; ilk sancının tohumunu sahibinin yüreğine inceden inceye düşürecekti.
Birbirlerinden farklı gönüllerin, yine birbirlerinden uzakta tutundukları yaşamlarını bir sebebe binaen gerilerinde bırakıp, aynı kervanda aynı yolun yolcuları olmalarının büyük öyküsü… Büyük istilânın hemen öncesinde talih, kimileri için umulanın aksine, başka yerlerde yepyeni yaşamların kapılarını sonuna dek aralamaya, uçsuz bucaksız
İnsan ne garip varlık ki onun kadar doğaya uyum sağlayabilen ve hâdiseleri onun kadar kabullenebilen bir başka mahlûk daha var mıydı acaba? Canı, hayatla ölüm arasında gidip gelen biri için, neyin en doğrusu olduğuna ânında karar verebilen, her iki durumda da kendisine sağlam bir dayanak bulabilen hangi nefesli vardı ki şu dünyada?
26 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.