Kemikler dayanıyor sırtıma, Karbon14 metoduyla kaç yıllık olduğumu öğreniyor ismini telaffuzunda zorlanacağım ecnebiler. Bir karbon olmasa kıymeti bilinmeyecek tamtur yüzükler takmışlar parmaklarıma boğumları kalın, modern ve belki milenyum çağı zevklerini mesned edinince. Milenyum çağına bir şiir sermişler, sahibini sorunca biri Allah demiş öteki
Yasar Kemal'in sözleriyle "bu bir yörük obasinin gercekci romanidir. Obanin yok olusunun hikayesi, belki de agitidir. Bu tükenen yörük obasi, koca osmanliyi, selcukluyu, daha nice devletleri kurmustu."
Cumhuriyet döneminde çıkarılan iskan yasasiyla Çukurova'ya kışlak, Aladagi yaylak belleyen Türkmen göçmenlerin, gõcecek konacak bir karış toprak bulamamalarinin dramatik hikayesidir. Her gelen toprak parası ister, toprağa herkes sahip çıkar. Bir türlü rahat yüzü görmez Türkmenler.
"Bu sulara biz ad verdik, bu daglara, bu yerlere... Çukurova'nın her taşı, toprağı,kayası bir Yörük ovasının adını taşır. Su Çukurova bizim degil miydi? Nerden sahip oldular, ne için, nasilsahip oldular kislaklarimiza ne zaman nereden geldiler, kimden istediler,kimden aldılar, ne kadar para döktüler, ne kadar koyun verdiler de sahip çıktılar kişlaklarimiza? Biz cukurovada var iken bunlar nerdeydiler? "
Boğazım düğüm düğüm okudum. İnsanları ve kültürleri tanıma konusunda birkac adım daha ilerledigimi hissediyorum.
başlangıcında şöyle bir şiir olan roman;
ağlar bu mezarlıkta yörükler her gece
bıkıp iri yıldızları davar sanmaktan
düşünür eski günleri... iskandan önce
geride kalmanın hüznü yamanmış yaman.
melih cevdet anday
Ağıtçılık...
Kökeni Sümerlere dayanan bir gelenek. Ölenlerin, bilhassa genç ölenlerin ardından duyulan acıyı dile getirmenin en hüzünlü şekli.
Ölen kişinin gençliği, güzelliği, iyilikleri, sevdikleri, hevesleri, sevdaları ve geride bıraktıkları ilmik ilmik işlenir ağıtlara. Tefekkür ile yas ve keder, dizelere nakşedilir bir nevi..
İnsanlığın var
Spoiler.
Karıncayı tanırsınız:
Minimini bir hayvandır;
Gayet tutumludur, yalnız
Pek bencildir; bu bir kusur,
Bencil olan zalim olur.
Bir gün ağustosböceği…
Tevfik Fikret, Ağustosböceği ile Karınca
Lise edebiyat kitabını açın. Sayfaları karıştırmaya başlayın. Önce halk edebiyatı, divan edebiyatını göreceksiniz. Ardından Tanzimat, Servet-i
“Çünkü insan,neşeli bir pikniğin dönüşünde mahallede yangın görmeyi sever; bir yandan evsiz kalan komşuları paylaşmaya uğraşırken içten içe başına gelmediğine sevinir öbür yandan. Kendi başına gelmeyen felaket ne güzeldir. Can çekişen birini izlerken insan yaşadığı korkunç üzüntüyü büyütür büyüttükçe, ölenin kendisi olmadığından duyduğu sevinç görünmesin diye. Başkasının helakı, hayatta olmaya kıymet katar, anlatılacak ömürlük bir tecrübe katar”
.
Sapsarı toz her yer. Görülmüyor gerçekler sarılığından.
Seçilmiyor doğru,yanlıştan.
Ve ardına deprem geliyor, sarsıyor ki gör diye.
Sarsıyor ki ezdiğin toprak gün gelir seni alır,hatırla diye.
.
Şengül öyle bir sarılıyor ki kokusunu ömrü billah duymamışsındır.
Özlem öyle güzel gülüyor ki ‘Ah’ dersin ‘sürgün mü verdi ağaçlar’
Hele bir Melih Cevdet var, öyle yazıyor ki,dost elinden içtiğin çaya eş.
.
Mahir Ünsal Eriş, ilk öyküden yakalıyor beni. ‘deniz poyraz’a’ hani Emine’nin yanında lal olduğumuz.
Sonra tüm öykülerle dertleniyor, neşeleniyorum.
Velhasıl pek seviyorum Sarıyaz’ı. Ne kadar kısa sürse de. Her an birilerine bir ömür aslında.
.
“Dünya hali böyledir, insan koyun koyuna yattığıyla bile aynı rüyayı görmez. Herkes kendi hesabına uyanır, herkes kendi kabusuna uyur.”
.
Utku Lomlu da bir dilim karpuz katıp; serinletiyor bu güzelim kitabın kapağını..
SarıyazMahir Ünsal Eriş · Can Yayınları · 20194,127 okunma
“‘Totalitarizm’ kavramı bir Soğuk Savaş icadıdır. İcadın amacı ise bellidir; faşizmle komünizmin aslında bir madalyonun iki yüzü olduğu, aralarında büyük benzerlikler bulunduğu, birbirlerine düşman değil dost olarak görülmeleri gerektiği ve her ikisinin de bu kavram üzerinden birlikte ele alınabileceği öne sürülür. Böylece Nazi Almanya’sı ile
Evet, bugün Süleymaniye veya Bayezit gibi millî kütüphanelerimizdeki yazma ve basma eserleri okuyabilenler, yalnız Osmanlı Türkçesini ve Arap harflerini bilenlerdir. Bunlar öldüğü zaman, daha sonraki nesiller için millî kütüphanelerimizin hiçbir mânâsı ve değeri kalmayacaktır.
Yeryüzünde, milli kütüphanelerindeki eserlerin dilini ve harflerini
Şimdi güneş tam başlarının üstüne yükselmişti. Karşıda, Beyoğlu yakasında, birkaç apartmanın camı parlıyordu. Süleyman, bu camların hala nasıl olup da parladığına şaştı. Daha birkaç gün öncesine, işgal orduları çekilip gidene kadar türlü coşkunlukların, "zito" seslerinin, yabancı bayrakların, şenliklerin, fuhuşların birbirine karıştığı Beyoğlu, şimdi kepenklerini indirmeli, gözlerini kapamalı, ışığını söndürmeli değil miydi? Beyoğlu! Beyoğlu! Süleyman ondan tiksiniyor; onun işte böyle -aşığı tarafından yüzüstü bırakılmış bir kadın gibi- yalnız, haysiyetsiz, yardımcısız kalışına seviniyordu. Delikanlı oraya daha çok bakmaya katlanamadı; gözlerini yine önündeki toprak yığınına çevirdi ve muhtarın ölümü, ona, savaş devrinin, zulmün, fesadın ölümü gibi göründü.
Zamanın da çukurları, kabarıklıkları vardır, bizi toprak gibi indirir, çıkarır. Kimi zaman öyle yükseliriz ki geçmiş ve gelecek, bastığımız yerin çok aşağılarında, küçük yaratıkların bir aldanışı durumuna bürünür.