"Yirmi üç yaşımın toyluğunu düşünüyordum. Burada oturmuş kendi kendime ne diyordum biliyor musun: Hayata inanmasam, sevdiğim kadına sırt çevirsem, dünyanın gidişine inancım kalmasa, hatta tam tersine, her şeyin karmakarışık, uğursuz, belki de şeytanca bir kaos olduğuna iman etsem, insanların hayal kırıklığından uğradığı bütün korkulara tutulsam gene de yaşamayı isteyeceğim, hayat kadehini ağzıma götürünce bitirene kadar bırakmayacağım! Ama bilinmez, belki yaşım otuza gelince kadehimi bir yana fırlatıp bitirmeden çekilirim... nereye, onu da bildiğim yok. Otuz yaşına kadar da gençliğimin her şeye, her türlü hayal kırıklığına, hayata karşı nefrete üstün geleceğini kesin olarak biliyorum. Çoğu zaman kendi kendime, "Dünyada, şu içimdeki azgın, belki de hayasızca yaşama hırsını yenecek bir umutsuzluk var mı acaba?" diye sorduğum oldu. Galiba böyle bir şey olmadığına, daha doğrusu otuzuma basmadan olamayacağına karar verdim. Çünkü bu umutsuzluğu tanıyınca içimde tek bir istek kalmayacaktır herhalde. Bu yasama hırsını bazı sümüklü, veremli ahlakçılar, hele şairler alçaklık diye adlandırıyor, bunu neden alçaklık sayarız bilmem. Gezegenimizde herkes güçlü bir merkezcil gücün etkisi altında. Canım yaşamak istiyor, ben de, mantığım ne derse desin yaşıyorum. Varsın dünyanın gidişatına inancım olmasın, ama baharda yeşeren pırıl pırıl ağaç yaprakları, mavi gök, bazen inanır mısın, niçin sevdiğimi bilmediğim bir adam ruhuma öyle yakın geliyor ki! Çoktandır inanmadığım halde eskilerin hatırına saydığım insan kahramanlığına değer veriyorum..."