Ama görüyorum ki dünya gerçekten yuvarlakmış… Fırıldak gibi de dönüyormuş…
Bir kadının seninle kalmasını gerçekten istiyorsan, onu öyle bir hâle sok ki dünyaya, kendine ve çıkarlarına ters düşmek onu gitmekten alıkoysun. Safi bağlılık ve özveriyle onu kendine saklamayı düşünen de safın tekidir.
Sayfa 106 - Kapı YayınlarıKitabı okudu
Reklam
"Okuldayken coğrafya öğretmenim dünyanın bir portakala benzediğini anlattıydı, on yaşıma gelmeden portakalın tamamını kimseye ait olmadığını anladım. Kimsecikler kendi payından daha fazlasına sahip olamaz ve kimi zaman yeterince pay düşmemiş gibim görünür. Ama siz... hiçbiriniz... sakın ha bütün portakalın sahibi olduğunuzu düşünmeyin, sonra kesinkes hata ettiğinizi anlarsınız ama ağır darbeler yemeden de anlayamazsınız." Çocukların çocuklardan öğrendiği şey,' dedi, 'bütün portakalı kapmanın anlamı olmadığıdır... kabuğuyla falan yani böyle yaparsanız çekirdeklerini bilem alamazsınız, kaldı ki onlar da yenmeyecek kadar acıdır."
Alper'se annesine kesinlikle katılmıyordu ve susmadı: "Bizim okuldakiler gibisin aynı," dedi. "Amerikan sistemiyle en iyi eğitimi al, Amerikalıların kurduğu okulda oku, hocalarının oradan mezun olmasıyla övün, kendin de oraya gitmeyi hayal et ama Sıtarbaks'ı taşla." "Babasına hayır olsun diye mi yapıyor
Sayfa 38 - Giriş, Çözdüm nihayet o büyük sırrıKitabı okudu
Muhabbet, güzelleşme demektir. Muhabbet sahipleri birbirlerini güzel gördükleri için kendileri de güzelleşir
Yaşamak dediğin nedir ki? Kaynakla tutturulmuş ayrılık halkalarından bir zincirdir, sözgelişi. İnsan dediğin de kimi demircidir, kimi bakırcıdır, kimisi de kuyumcu.
Sayfa 305 - CanKitabı okuyor
Reklam
Onu kucağıma almak, sırtımda taşımak, etrafımda döndürmek ama en çok da havalara fırlatmak istiyordum. İstiyordum ki semada gülsün eğlensin, güneşe neden ayçiçeklerine eziyet ettiğini sorsun, ayın yüzünü okşasın, yıldızların yerlerini ezberlesin ve külçe gibi aşağıya düşerken bilsin ki, belki de ben onu tutmayacağım.
Bugün sabahtan beri aklımı kurcalayan bir efsane var, dedi. Bir yerde mi okudum, yoksa birinden mi duydum, hatırlamıyorum, ama tuhaf ve hiçbir şeyle uyuşmayan bir efsane bu. Öncelikle sarih olmadığını söylemem lazım. Bundan bin yıl evvel kapkara giyinmiş bir keşiş Suriye’de ya da Arabistan’da bir çölde yürüyormuş.… Yürüdüğü yerin birkaç mil ötesinde balıkçılar gölün yüzeyinde ağır ilerleyen başka bir kara keşiş görmüş. İkinci keşiş meğer bir serapmış. Şimdi bütün optik yasalarını unutun, belli ki efsane de tanımıyor bu yasaları, devamını dinleyin. Seraptan ikinci bir serap meydana gelmiş, ondan da bir üçüncüsü, öyle ki kara keşişin sureti sonsuza kadar atmosferin bir katmanından diğerine iletilmiş. Kâh Afrika’da görüyorlarmış onu, kâh İspanya’da, Kah Hindistan‘da, kâh Uzak Kuzey’de… Nihayet dünya atmosferinin sınırlarının dışına çıkmış ve sönüp gidebileceği şartlara bir türlü rast gelmeden tüm kainatı gezmeye devam etmiş. Belki şimdi Mars’ta bir yerde görünüyor ya da Güneyhaçı’nda bir yıldızda. Ama cancağızım, efsanenin en mühim ve en güzel tarafı şu ki, keşişin çölde yürüdüğü günden tam bin yıl sonra serap bir kere daha dünyanın atmosferine girecek ve insanlara görünecek. Ve güya bu bin yıllık süre dolmak üzere… Efsane doğruysa kara keşişi bugün yarın görmemiz gerek.
Sayfa 10 - Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 7.BasımKitabı okuyor
Sabaha Kadar
Dünya o kadar büyük ki Bir noktanyım ortasında ne yapsam Bazen de o kadar küçülüyor ki dünya Devrilerek sanıyorum kımıldarsam Hayat o kadar uzun ki Öyle bitmez geliyor ki bir an Birde bakıyorum o kadar kısalıyor ki
Namusun o zamanlar -hatta şimdi de öyle- kadının hayatında dinsel bir önemi vardı ve namus kendisini sinirlere ve içgüdülere öylesine sarıp sarmalamıştır ki, onunla bağlarını koparıp onu gün ışığına çıkarmak çok nadir bulunan bir cesaret ister.
Sayfa 72 - İndigo Kitap
Reklam
Belli bir yaştan sonra ölümden dönmüş gibi başını dik tutmaya utanıyor insan, ya da bıkıyor, daha da kötüsü en pespaye haliyle görünmek istiyor, başını en pespaye haliyle dik tutmak da olacak şey değil. İnanmıyorlar. Ben inanıyor muyum sanki? Yitirdiklerim, sevdiklerim, her şeyin etraflarında dönmesinden hoşlanan insanlar; işleri gizli, kaşları çoğu zaman çatık, tedirgin, korkak, patavatsız, neredeyse merhametsiz, kupkuru, aslında öykünmeden ibaret sözde kalan dürüstlükleriyle, işlerine gelmeyen ve fazla zahmet gerektiren azimkâr bir gerçeği, boğucu yaz günlerinin sivrisineklerini kovalar gibi sürekli kışkışlayarak yaşayan insanlar... Ne garip, insanın, tıpkı eşyalar gibi, kimseye ait olmadığı, sanki kendine inat özgürleştiği bir an var, ama yaşanmayan, sadece adsız birilerinin çok uzaklardan düşünü gördükleri bir an; gücünün çevresindeki gerilimin ansızın dağıldığı, bütün denetimlerden, bütün göz hapislerinden kurtulduğu, el değiştirmesinin artık mümkün olmadığı, unutulduğu, yitirildiği belki de ümitsizliğin boşluğunda sürüklenip başkalarıyla kaynaştığı, başkalarına evlerindeki bir bitki, yanlarındaki bir hayvan gibi muhtaç olduğunu duyduğu zaman. Fakat gerçekte öyle bir an geliyor ki, sanki her insan, birazdan yemeğe oturulacağını söylercesine öleceğini söylüyor, ama kimse ölmüyor; zaman, bunu söylememiş, kendi dahil kimseye itiraf etmemiş olmanın verdiği sanki paylaşılan gizli bir korunma güdüsünün abartılan ya da küçümsenen önemliliğinde, her şeye rağmen bütün durağanlığıyla akıp gidiyor.
Sayfa 105 - Metis Yay.Kitabı okuyor
Akhalıların prensi Filipomene’ye yazarların yakıştırdıkları övgüler arasında, barış zamanında savaşı hazırlamaktan başka hiçbir şey yapmadığı vurgulanır. Dostlarıyla yaylaya çıktığında sık sık durur, onlarla konuşurmuş: - Eğer düşmanlar şu tepede biz de ordumuzla burada olsaydık iki taraftan üstün gelen kim olurdu? Savaş düzenini bozmadan onlarla nasıl temas kurulabilirdi? Eğer geri çekilmek isteseydik ne yapmamız gerekirdi?- Böylece gezinti sırasında onlarla tüm olası durumları öngörürmüş. Onların fikirlerini alır, kendininkini söyler, savlarla fikrini desteklermiş. Öyleki bu sürekli düşünmeler sayesinde askerî harekâtlar sırasında hiçbir kaza meydana gelmezmiş ki bir çaresini bulmasın.
Rivayet ediliyor ki, Mûsâ: Ya Rabbi! Beni öyle bir emre muttali et ki, onda se- nin rızan olsun! Ta ki, onu işlemiş olayım! diye dilekte bu- lununca, Cenâb-ı Hak ona vahy gönderdi: Benim rızam senin istememezliğindedir. Halbuki sen de yemediğin bir nesneye karşı sabretmezsin. Mûsâ: - Ya Rabbi! Beni bunun üzerine muttali kıl! Cenâb-ı Hak: - Muhakkak ki, benim rızam, senin kaza ve kaderine razı olmaklığındadır, buyurdu. Műsâ aleyhisselâmın münâcâtında vârid olmuştur: - Ey Rabbim! Mahlûkunun hangisi sence daha sevimlidir? Cenâb-ı Hak: O kimse ki, ondan mahbûbunu aldığımda benimle sulh eder.
Doğrusu şu ki, siz yetime ikramda bulunmuyorsunuz. Yoksulun doyurulmasını teşvik etmiyorsunuz. Mirası derleyip toplayıp yiyorsunuz. Malı, devşirip depolatacak bir sevgiyle seviyorsunuz. İş böyle gitmeyecektir! Yer birbirine çarpılıp dümdüz hale getirildiğinde, Rabbin gelip melekler saf saf dizildiğinde, o gün cehennem de getirilir.
Hangi kuştur ki yanardağa kurulmuş yuvası; Ben de bir böyle cehennem gülünün sâhibiyim. Geçiyor ömrüm ateşlerde yanıp sönmekle; Bir ölür bir dirilir özge semender gibiyim.
Sayfa 267 - Kitaba girmemiş şiirlerinden. "Semender Gönül III"Kitabı okudu
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.