"Beni kendime ördüğüm kozanın dışına çıkarmaya çalışıyordun, farkındaydım. Senin çabanın işe yaradığı kuşkusuz da benimkinden o kadar emin değilim. Belki bazı kişilikler, kozadan çıkmak istemiyorlardır; o, ölüm kozası bile olsa. Kimin hakkı vardı kişiyi kozasından çıkartmaya?"
“Gerçekten çok güzelsin,” deyip kendi kendine kıkırdadı. “Aşırı parlak telefon kılıfı kullanan bir kıza bunu söyleyeceğimi hiç düşünmezdim. Ama bundan daha gerçek olamazdı.”
“Taşkınlık yaptın mı?” diye soruyorum, “Olay çıkardın mı?”
Gülüyor. “Bu akşam sakindim,” diyor, ama bana, “Bu akşam canım çok sıkkındı,” demiş gibi geliyor. “İstediğim hayat bu değil. Böyle bir hayat için mi uğraştık onca yıl!”
Bazı şeyleri özlüyor.
Bazı insanları.
Yine de hayatın böyle olduğunu biliyor ve dengeyi, istirahati, heyecansız ve sıradan olanı tercih ediyor. Görünüşe göre ihtiyacı olan tek şey de bu.
Şiirler dökülen yapraklar gibi savruluyor içinden, her bir yöne dağıldıkları için onları kovalaması, neredeyse kalemiyle yakalaması gerekiyor.
Bir zamanlar kendini unutmaya zorladığı bir çeşit sihir gibi.
Unutulmuş ve bulunmuş ne çok şey var.
Kendini doldurabileceği pek çok şey.
...Simon gülüyor, yüzüne dokunuyor ve onun tanıdığı en tatlı insan olduğunu söylüyor. Kendisi için çok sık kullanılan bir sözcük bu. Rosie artık usanmış durumda.
Rosie’nin elini ve montunu tutmuştu. Onu ayakta tutmuştu. Bu yüzden Rosie ona gidiyor; başka şeyler, başka insanlara dair tüm hislerinin kepenklerini indiriyor ve çok iyi tanıdığı o sımsıkı bedenin içine tekrar girerek eski sokak kapısını çalıyor.
Kenara çekilip Will’in yatak odasına geçmesine izin veriyor ve bir yandan eski şarkıların nasıl doğruyu söylediğini, aşkın çoğu zaman acı olduğunu, ikisinin de üç harfli ve aynı duygunun iki yüzü olduğunu düşünüyor.