Uzun zamandır bir kitabın ilk sayfasından son sayfasına kadar her türlü duyguyu hissetmemiştim. Veronika'yı, Mari'yi, Eduard'ı, Zedka'yı sayfalarca konuşmak istiyorum elbette ama önce konuşmak istediğim 2 konu var.
İlki, acaba bu deliler gerçekten kim? İntihara kalkışanlar ya da 'Cennet Görüntüleri'ni çizmek isteyenler mi? Yoksa farklılıkları yargılayıp her gün aynı, tekdüze, sıkıcı hayatı yaşayan biz miyiz deliler? Neden güzün 'sözde' kasvetinden kaçmaya çalışıp hiçbir şeyi sorgulamadan, düşünmeden itaat edenlerin değil de yağmurun altında kahkahalar atarak koşmak isteyenlerin deli olduğunu düşünüyoruz? Peki ya gerçekten deli mi onlar? Kalıplara uymayı reddetmek neden delilik olsun ki? Aksine, bu Eduard'ın okuduğu kitaptakiler gibi dahi olmak değil midir aslında?
İkincisi, yaşamak. Bir hafta sonra öleceğimizi bilsek yaşamaktan bu kadar korkar mıydık? Gerçekten ölmeye değer mi? Her gün yapmak istediğimiz şeyi erteleyip sistemin uydurduğu boğucu sorumlulukları yerine getirmeye çalışıyoruz. Kendi istediğimizi yapmıyoruz bile. Yaşamak için gelmedik mi ki bu dünyaya, neden birkaç gülücük ve anı bırakmaya yeltenmeden hayata ayak uydurmaya çalışıyoruz? Belki de hayat ayak uydurduğumuz sürece değil de gülümsediğimiz sürece döngüsüne devam edebilecektir. Belki de bir kez olsun ajandamızdaki 'to do list' kısmına birkaç çarpı atmak yerine kalbimizi hala atıyorken keşfetmeyi denesek bu kadar zor gelmez yaşamak. Belki de Igor haklıdır, belki de gerçekten ölüm bilinci bizi daha yoğun yaşamaya yöneltiyordur, kim bilir?