bu kadar basit işte. bir adam ya da kadın girer hayatınıza. bedeniniz, duruşunuz, bakışınız, hayatınız, onunla bir renk, bir anlam, bir özellik kazanır. sonra bir gün renkler solar. birbirinizi tüketirsiniz. yollarınız ayrılır. bu kadar basit işte. on sekizinizde, yumuşacık yağan karın altında, bütün gemilerin demir aldığı bomboş bir limana koşarsınız. gitmiştir. çıldıracağınızı sanırsınız. bembeyaz bir istanbul’un soğuk, beyaz gecesine karışırsınız. gidenin ardından yollara düşersiniz. özbenliğinizi inkar edip, sıfırlayıp artık kim olduğunu bile unuttuğunuz bir insanın peşinden değil, bir sevda nesnesinin, bir tutkunun peşinden, kendinizi arayarak koşarsınız. sonra yorulursunuz. zamana yenilirsiniz. unutmaya başladığınızı hisseder, kahrolursunuz. bir bakış, bir söz, bir temas.. yeni bir aşk, yeni ürpertiler, yeni heyecanlar, kokular, yeni kuşkular, sevinçler, acılar, yeni ayrılıklar.. ne kalır geriye bitmiş sevdalardan? nefes, ter, uyku kokan gece otobüsleri, kilometrelerce uzanan yollar, mandalina bahçeleri, denizler, zeytinlikler, karlı çam ormanları, uykusuz geceler, yüreğin tam altında ince bir sızı, yumuşacık bir keder... ne kaldı geriye bir bir tükenen aşklarımızdan? kesişmeyen yollar, rüyalarımızda birden beliriveren çehreler, bir de küçük prens’in tilkisinin buğday tarlalarından başka?