Erol bir gün bir köpek ölüsünün çöp arabasına atıldığını görmüştü. Demir tekerlekli araba köpeği alıp götürmüştü. Çöplerin arasında kocaman kemikler vardı da oralı değildi köpek. Ağzı açıktı. Boğazına ölüm kaçmıştı. Ölümü Erol kocaman bir kemiğe, karşıki evde oturan Yahudinin oğlu Roberto'nun boğazında kalan şeftali çekirdeğine benzetmişti.
Uykusunda yürüyor, dedi, Erol'un ablası. Mumu Erol'un elinden kaptı. Sen ne yapıyorsun öyleyse, dedi annesi.
Onunla birlikte yürüyorum dedi kız.
Niçin niçin.
Yalnız kalmasın diye uykusunda.
Sayın meydan halkı, müdürler ve gazeteciler, bugün size bu çocuğu bağışlamaya geldim. En içerlek kovuğuna bastırın onu bağrınızın. Ben postacıyım, size söylüyorum. Bu çocuğun da sizin gibi adı var. Söylenmeyi bekliyordu. Ama söylemediniz, düşünmediniz bu adı. Düşünmek istemediniz. Düşünseydiniz bulurdunuz. Ben postacıyım. Ben bilirim bu işleri. Bu çocuk bugün buraya hakkını istemeye gelmiştir. Ben de hakkını veriyorum ona işte. Onun adı, kendi adınızın yedi kat dibinde yatar. Onun adı HİÇOĞLU'dur.
İşte ihtiyar postacı geldi Hiçoğlu'nun aklına o sıra. Ona gitse? Ona danışsa? Postacıdır. Herkesin adını sanını, işini gücünü içli dışlı bilmesi gerek. Bunca mektup taşımız, iyi kötü ak veya kara bunca haber dağıtmış. Herkes bilir olmuş onun kapı vuruşunu. Postacı, kaderin eldivenini eline geçirmiş gibidir ne de olsa en azından
Hiçoğlu insanlığından kuşkulanır gibi oldu. Neye değmiyor yere ayaklarım? Dargın mı yoksa yeryüzü ayaklarıma? Kaldırımlar dargın mı kaldırımlardaki taşlar dargın mı kaldırımlardaki taşların arasındaki katranlar dargın mı katranların altındaki geçmişe en gömülü en unutulmuş karanlığa en girgin ve sokulgan kentler ve soluklar dargın mı ve solukların kıkırdakları ve kemikleri dargın mı? Kim çıkarmış bu köküne kadar dalgınlığı ayaklarının dibinde? Kuşa mı çevrilmişti yoksa, yamalı kanatlardan? Omuzlarını yokladı. Kuş olmadığına hüküm giydirdi tenine. Sevindi de buna hani ya. Onun isteği, amacı, yakarması, bulutlara dadanmak değildi. Yere değdirebilmekti ayaklarını, şöyle bir keyiflik süre için: Yeryüzünde olmaktı, yeryüzüne ayak basabilmekti ayaklarını aklından kaçırmadan.
Ad sahibi olmak, ev sahibi, mal sahibi, yetki sahibi, devede kulak sahibi olmak kadar kişiyi soylandıran bir şey. Adsız olmak adların dışında yaşamak, penceresiz bir odaya perde asmaya benzer, penceresiz bir odanın penceresinden atlamaya benzer.
Gün, doldurulmayı bekleyen kırık-beyaz bir kâğıt gibi elimin altındaydı. Bembeyaz keten örtülü, bembeyaz keten peçeteli küçük masalardan uzaklaştığımızda, arada bir pencereden -ya da lomboz mu desem- bizleri hafifçe sallayan puslu göle, kurşuni göğe her baktığımızda değişiyordu beyaz. B E Y A Z harflerinden oluşan ama her sallantıda, her sarsıntıda, sırf bu harflerin yer değiştirmesinden, bazılarının belleğin, bazılarının bulutların bir oyunu sonucu yitip gitmesinden ötürü, sözgelimi Y A Z da olabilen bir kışbaşıydı. (En azından sen gelince öyle oldu.)
Perdeleri aralayınca baktım ki tıpkı o gün bugün. Çayı demlerken defterimin başına geçtim. Bence, defter tutarken toplumu aydınlatıcı bilgilere öncelik tanınmalı. Defter bir gün ele geçerse, yayınlanırsa, okuyana ibret teşkil etmeli.
Çok güzel olmuş, elinize sağlık. Bisküvitler de pek taze. Biz yazın, sık sık reçel kaynatırdık yengemle. Hazır reçeller de fena değilmiş diyorlar ama bütün evi tutan vişne ya da çilek kokusu hazır alınamıyor ki, değil mi?
Hiçbir şey: ne dingin geçit
Ne soğuklarda ılık sarılmış
Ne güneşi batırma oturuşu
Ne fırtınaya dalıp ıslanma —
Hiçbir şey geri kalmasın
Diye buradayız biz —
“Burada Olmamızın
Anlamı” : yitirtmemektir
Görmüyor musunuz
Nasıl hem ölüm
Yüklüyüz hem de
Taşıyoruz yaşamı
—Görmüyorsunuz
Uykudasınız—
Bulutlar Geçiyor
Ayın önünden
Sizinse ufacık alevli
Bir mumunuz bile yok
—bilmem ne demeli
Ki her şeyiniz gölgeli
Hayatlarında hep doğru ata oynamış kadınlar için her şey ne kolay. Benim gibi daha ilk yüz metrede kaybedeceği gayet aşikar, düz yolda yürümesini bile beceremeyen atlara düşkün biri için hayat çok farklı bir yer.
Ayrılık dediğin dolapta çürüyüp gitmiş bir domatesi çöpe atmak gibi bir şey mi? Boş şişeleri kapıcı Osman Bey alsın diye kapının önüne koyuvermek mi? Bir insanı geride bıraktığında, sırf onu mu bırakıyorsun geride? Onunla dahil olduğun dünyayı “artık miadını doldurdu” deyip kırmızı bir tuşa basıp havaya uçurmak ve başka bir gezegene taşınmak diye bir şey var mı?
Bizim evimizde aşk her zaman kapıdan girer girmez ayağına terlik verilen, paltosu elinden alınan, oturunca sırtına yastık konan ve kendini evinde hissetsin diyerek gözlerinin içine bakılan yüce bir konuk gibi karşılanmıştır hep.
İnsan her yaşadığını her duygusunu ifade etmeli mi? İlle her insanî olan, diğerleriyle paylaşılmalı mı? Varsın medeniyet paylaşmayı göze alınanlarla ilerleyedursun. Bazı özel hisler nesillere aktarılmasa, kişi bir diğerinin de benzer deneyimlerden geçip geçmediğini bilmese ne olur? Yalnızlık duygusu gerçekten o kadar katlanılmaz mı?
Kaçmayı çok kereler düşündüm. Bireysel olarak ya da hep birlikte; üçümüz. Gitsek ya bu ülkeden, dedim. Nereye gitmek isterdin, diye sordu. En uzak neresi olur? Amerika? Avustralya? Güney Kutbu?
Bunu gerçekten istedim. Elimde olsa başka bir gezegene temelli gitmek ve bir daha asla, öldükten sonra eğer mümkünse şöyle bir bakmak nasip olmamacasına terk edip giderdim. Fakat gitmek ani yapılan bir fiildir. Öncesinde düşünme, hesap kitap varsa, ardından gerçekleşen “gitmek” değil, taşınmaktır olsa olsa. İnsan, içinde tüm mantık silsilesini yıkacak, kökten gelen, önlenemez bir istek duymalıdır. Gitmek yıkım ister. Yıkmadan gidilmez. Tedbir alarak, plan yaparak, kendini sağlama alarak olmaz.
Bana kalırsa kadının sevmesi anlamsız. Kim onu daha çok seviyorsa onun hakkıdır. Haklısın Tarık... Bunu nasıl ölçeceğiz değil mi? Fizik ne güne duruyor? Kara deliklerle uğraşmayı bıraksın. Evrenin nasıl yaratıldığı kimin umurunda! Yaratılmış işte. Toz ve gaz bulutları bir araya gelmiş, biraz kül biraz duman, yaratılmış işte... Dünyanın en büyük sorunu, bir kadını en çok kimin sevdiğidir. Fizik âlemine bu konuda hizmet etmeye hazırım. Standart sapma olarak beni kullansınlar. Kobay olmaya razıyım. Ali Ayşe’yi çılgınlar gibi seviyorsa, birim olarak “100 Nejat” diyelim... Ali Ayşe’yi gördüğünde dizlerinin bağı çözülüyorsa, “200 Nejat” diyelim. Ali Ayşe’yi aldatıyorsa, “50 Nejat” diyelim. Ali Ayşe’yi gözden çıkarmışsa, “1 Nejat dahi sevmiyor,” desinler. Ölçü birimi olarak beni kullansınlar Tarık. Kadınlar beni zaten kullanıyor. Bedenimiz bir işe yarasın. Varlığımız Türk varlığına armağan olsun. Namımız yürüsün en azından.
O ev kedisi. Ben bir sokak kedisiyim. Kadınlara kızıyorum. Sevmek istiyorlar. Anlamsız geliyor bana. Oysa Allah onları sevilmek için yaratmış. Israrla anlamak istemiyorlar.