Dünyaya düşkün yararcıyla dindar insan arasındaki fark budur. Bunlardan ilki, “Bak, ne kadar mutluyum. Para kazanıyorum ve kafamı dinle bozmuyorum. Onu araştırmak mümkün değil, zaten onsuz mutluyum ben,” der. Buraya kadar sorun yok, en azından yararcılar için. Fakat bu dünya feci bir yer. Eğer bu insan başka insanların canını yakmadan bir şekilde mutlu olabiliyorsa, yolu açık olsun. Ama eğer bana gelip, “Bunu sen de yapmalısın, yapmazsan aptalsın demektir,” derse ben de, “Yanlış düşünüyorsun çünkü sana zevk veren şeylerin benim için en küçük bir çekiciliği yok. Birkaç altın peşinde koşacak olsam hayatımın bir anlamı kalmaz! O zaman ölsem daha iyi!” derim. Dindar biri böyle cevap verir.
Eğer bu adam derse ki: “Ben falcılık yoluyla olsun, tıp açısından olsun, bazı şeyleri inceledim. Denemelerim sonucu, bunların kimisinin doğru olduğunu gördüm ve içimden de bunun doğru olabileceği kanaatine vardım. Böylece bunların kabul edilemez olmadığını, kaçınılması ve uzak durulması gereken şeyler olmadığını gördüm. Oysa Nübüvvet yoluyla
Derim ki vakit erken, hava da çok güzel nasıl olsa
Çocuklar görürüm, uzağa bakarım saçlarımı tararım hiç değil
Belki de biri seslenir, güneşler güneşler tutan uyruğunda
"benim iyi insanlarla bir arada olma anlayışım, bay Elliot, akıllı, bilgili, oldukça hoşsohbet insanlarla bir arada olmaktır; ben iyi çevre diye buna derim."
"İyi"nin karşıtının "kötü" değil, "mükemmel" olduğunu söylerim hep. "Birinin çuvallamasını mı istiyorsunuz? Ona mükemmeliyetçilik aşılamanız tek başına kafi." derim.
Sayfa 23 - Eksik Parça Yayınları, 8.Baskı, Şubat 2024
mekânın ruhu
“Mekânların kişiliği, ruhu vardır.” derler. İnanırım. Camilerin vardır mesela. Hem de ufak büyük demeden her birinin.
İçinde göze görünür, etrafa dağılır, duvara kokusu siner pek az günah işlenmiş yerlerdir camiler. Girdiği anda insanı kucağına alır, sakinleştirir, başını okşar, elinden tutup huzura çıkarır. O yüzden hiç olmazsa dışarıda olduğunuz günler namazı camilerde kılın, derim.
Her birinden, lazım oldukça açıp açıp bakacak, içinizi ferahla- tacak, sizi sevdiğiniz bir mekâna gitmenin heyecanıyla seccadeye götürecek bir bakma yeri (manzara bu demek) çakın zihninizin duvarına. Sonraki namazlarda lazım oldukça çıkarıp asarsınız gönül gözünüzün önüne.
Beylerbeyi Hamidievvel Camii’nde durgun bir göl suyunun üzerindeymiş gibi kılınan namaz (üstelik güzelim denize sırtınızı verirsiniz orada kıbleye dönmek için. Dünyayı arkaya atmak bundan daha güzel sembolize edilir mi başka yerde?) Diyarbakır Ulu Camii’nde bir ormanın içindeymişsiniz gibi olur. Topka- pı Sarayı’nın içindeki camide boğaz önünüze serilir namazda, altından ırmak akan cennetteymişsiniz gibi kılarsınız bu sefer.
Hele şehirlerin anasında bir yeşil mermer duvarın önünde namaza durmuşluğunuz varsa, sonraki her namaza elinizden tutar kaldırır sizi.
Seccadeler de mühimdir (diye düşünüyorum artık). Özenil- meli, hâlimiz vaktimiz yoksa bile ne edip edip eli yüzü düzgün birkaç seccade edinmeli. Onu serdik mi her ilmeğini atarken, nakışının her iğnesini işlerken salavat getiren ellerin, üzerine diz kırıp yüz süren kalplerin bereketiyle kanatlanır belki şevkimiz.
--Çalışan insan onlar. İkisi de sabahın kör karanlığından akşama kadar çalışıp didiniyorlar.
--Karısını çalıştıran adama koca mı derim ben? Kadın dediğin, evin süsüdür. Yemeğini yapar, çocuğunu paklar, büyütür. Yoksa neden evlensin ki kadın?
Bana yeni bir şey öğrettiğinde, belki de dağın doruğuna ulaşmak için son adımdır bu, derim kendime, yüreğimdeki senfoniyi tamamlayacak son nota, kitabı özetleyecek tek bir harf.
Ben, Bertolt Brecht, Karaormanlar'dan
Kentlere taşımış annem beni rahminde
Bu yüzden soğuğu ormanların
Ben ölene dek kalacak içimde
Asfaltkentte evimde gibiyim. Baştan beri
Donatılmışım bütün ölüm nesneleriyle Gazetelerle, tütünle ve alkolle
Güvensiz, tembel ama sonuçta mutlu
İnsanlarla dostum. Herkes gibi
Sıradan bir şapka başımdaki
Ne
Sıradan insan için, hissetmek yaşamaktır, yaşamayı bilmektir. Ben ise, yaşamak düşünmektir, derim; hissetmek ise düşünmeyi beslemekten başka işe yaramaz.