Eskiden yaşlılara bakar; işin çoğunu halletmişler, sıkıntıysa çekmişler, bedelse ödemişler, kayıpsa yaşamışlar, hayal kırıklıkları ise bitmiş geçmiş, günahsa düşüne, sıkıla, ezile, ufalana içten içe yıkanıp az çok temizlenmişler ne güzel, benimse tüm bunları yapmam, yaşamam, tüm bunlardan sağ çıkmam gerekir diye düşünür dertlenir, onlara imrenirdim. Meğer bu dediklerimi yapabilen kaç ihtiyar varmış? Birkaç mı, herhalde. Yer gök, gök kapılan açılmış zaten onları bekliyor, onlar da gitmeyi bekliyor. Asıl büyük kalabalık ihtiyar görünümlü gençler.
Her daim genç kalanlar. "Gencin hayırlısı ihtiyarlığa özenen, ihtiyarın şerlisi gençlere imrenendir," diyorlar. Bu ihtiyar görünümlü, ihtiyar yaşındaki gençler, ölmek istemeyen kalabalığı da bunlar oluşturuyor. Hayatı, ölmeyi isteyecek şekilde yaşamak gerek ihtiyarlamak ve ölmek için. Genç kalmamak, hala avil avil bakmamak gerek gitmek istemek için.
Devir öyle bir devir ki insan kalkıp da "Şuyum," diyemiyor; iyi bir şey zannedip "Ben de," diyorlar. Şöyle gönül rahatlığıyla bir içimi döküp "Yahu ben şizofrenim galiba," desem "Aa devir şizofreni devri kim değil ki, sen beni bilsen," diyorlar. Onları duyunca birden benim şizofrenim ister istemez iyi bir şeye dönüşüyor. Demek ki bunun da kalitelisi, kalitesizi var. Allah beni bunların kıratındaki şizofreniden korusun; hem bak, illetin bile iyisini benden esirgememiş diyorum. Gözlerim doluyor, iki rekat şükür namazı kılıyorum. Şizofrenime hayran yatıyor, hayran kalkıyorum. "Şizofren olsan, öyleyim diyemezsin," diyenler de var. Var, o kadarını biliyorum ama onların bilmedikleri taraflar da var.
Descartes'a diyorlar ki, bütün bunlar pek güzel, ama bizde düşünenin beden olmadığını ne kanıtlayacak bize? Bunu ona soran çağın materyalistlerinden biri... Ve Descartes cevap verir —herhangi bir karşı çıkış yöneltindiğinde ona, hep küstahlaşırdı — çok küstah ve kabaydı— der ki: Hiçbir şey anlamamışsınız, bizde düşünenin beden olmadığını asla iddia etmedim; tam olarak şunu söyler Descartes: İddia ettiğim, düşünceme dair bildiklerim henüz bilinmeyen şeylere bağlı olamazlar. Başka bir şekilde söylersek, söz konusu olan bizde düşünenin beden olup olmadığını bilmek değil, Kartezyen düşünmenin perspektifinde, düşünceme dair bildiğimin henüz bilinmeyen şeylere bağlı olamayacağıdır söz konusu olan —yani bedene çünkü kuşku bedenden de olabilir. Öyleyse, mantığın bakış açısından —ama yepyeni bir mantıktır bu, çünkü cinsler ve farklarla işlemez, bir gerektirmeler, imalar mantığıdır —çünkü Descartes, kavramlar arasındaki açık ilişkilere dayanan bir mantık olan klasik mantığa karşıt olarak ... Yeni bir mantık tipi ortaya atıyor -bir gizli, imalı ilişkiler mantığı, bir imalar mantığı... O zaman, bir belirleme tarafından belirliyor -düşünenin varoluşunu belirliyor ve düşünenin varoluşu düşünen şeyin varoluşu olarak belirleniyordu. Demek ki Descartes belirlemeden belirlenmemişe ve belirlenmişe doğru gidiyordu: Ben düşünen bir şeyim. Mantığında hep imaları ekliyordu art arda: Kuşku duyuyorum, düşünüyo rum, varım, ben düşünen bir şeyim.Öyleyse tözün özne olduğu araziyi keşfetmişti.
Ve sonra Kant ortaya çıktı.
"Bir yandan kadının en alt basamağa dek alçaltılması, küçük görülmesi son derece haklı bulunurken bir gün öte yandan da kadın istediği gibi hükmünü yürütüyor. Kadınlarda tıpkı hor görülmenin öcünü parasal egemenlikleri ile alan Yahudiler gibiler. Yahudiler, 'Madem bizim sadece tüccar olmamızı istiyorsunuz, o zaman bizi tüccar olarak size hükmederiz,' diyorlar. Kadınlar da 'Madem bizim sadece şehvet aracı olmamızı istiyorsunuz, o zaman biz de şehvet aracı olur, sizi köleleştiririz,' diyorlar."
Sayfa 31 - Türkiye İş Bankası Kültür YayınlarıKitabı okuyor
Bir kısımları diyor ki, bu toplum toptan bozuk. Bu, gemisini kurtaran kaptandır düzeni, bu altta kalanın canı çıksın düzeni, bu temeli sömürme olan düzen ... Bütün kötülüklerin temeli bu düzendir, diyorlar. Suçu tüm düzene yüklüyorlar.
Yüzünde, hem kedere hem de huzura benzeyen bir ifade var.Keder ona ait, huzuru ise kucağında yatan oğlunun ölü yüzünden ödünç almış.
Hayatın yüceliği mi diyorlar buna, yoksa tutarsızlığımı?
Gökyüzü maviliğinden soyunuyor
Akşamdandır diyorlar, dünya hala dönüyorsa
Öyle dalgın, umarsız...
Sorsam neyi, bağırsam kime, beni kim anlar?
Bir kaçık şair diyecekler
Anca yalnız, kanca yalnız. . .
Neşe bulaşıcıdır falan diyorlar. Yalan. Neşe kolonya gibi bir şey. Dökünüyorsun, o an ferahlıyorsun. Sonra uçup gidiyor burnundan, elinden, üzerinden. Kasvet öyle değil ama, zamk gibi, bulaşıyor ve dokunan herkese yapışıyor.
"Evin dilini de anlıyormuşsunuz?"
"Evet?"
"Mesela pencereler... şu an bir şey diyorlar mı?"
"Onu hatırlamıyorlar bile..."
"Öyle mi? Neden? Yaşarken hiç dışarı bakmadığı için mi?"
"Hayır, ölürken bile sırtını onlara döndüğü için."
Okudum. Çok çalıştım. Okul birincisi olmadım ama üniversiteye gittim. Yazar oldum. Ağızları açık kaldı. Bana zamanında "Kime çektin sen?" diyenler şimdi "Aayynı ben!" diyorlar. "Hmm..." diyorum içimden. "Aynı sen!"
Olanları unuttum mu sandınız? Unutmam... Çocuklar asla unutmaz, büyüseler de unutmaz...
"Çocuk kalbi affeder ama asla unutmaz!"
Ye iç sen! Keyfine bak! diyorlar
Nasıl yiyip içebilirim, yediklerimi
Açların elinden almışsam ve
Bir bardak suyum, bir susuzda yoksa?
Ama yine de yiyip içiyorum.
"Belki de her ayrılık, bir hayaletin gizlice seninle beraber yaşaması, gizlice seninle beraber kalmaya devam etmesi demek bu yüzden tamamen ayrılmak diye bir şey var mı, emin değilim. Belki de bir insanın gidişinden sonra, onun hayaletiyle yola devam etmek diye bir şey; buna da ayrılık diyorlar."
Türkiye'deki insanlar "Türkiye halkı" olarak anıldığı zaman yalnız çalışıp kazanan, şuraya buraya giden, oturan ve eğlenen bir yığın akla gelir.
Aynı insanlar "Türk milleti" olarak ele alınınca geçmiş yüzyıllardan kopup gelen, zafer ve kültür yaratıcısı olan, gelecek için ülküsü bulunan, bunun için savaşa varıncaya kadar her fedakârlığı göze alan güçlü bir topluluk söz konusudur.
Komünistler milletlere "yığın" diyemedikleri için halk diyorlar. Onlar için insanlar hammadde yığınından başka bir şey değildir. Đran'daki komünist partisinin adı olan "Tûde", Farsça'da "yığın" demektir. Bizdeki komünistler de bir zamanlar "Yığın" adında bir dergi çıkarmışlardı.
Komünist Çin'de yüz milyonlarca insanın Mao'nun sözlerini gece gündüz ezberlemeye zorlanması milletleri yığın, hatta sürü gibi görmenin bir şeklidir.
Çünkü halk şuursuzdur. Baştaki zorbalar neyi telkin ederse onu körü körüne yapar. Böylece iktisadî bir takım başarılar sağlanır; yollar yapılır; kanallar açılır; ağaçlar dikilir, ırmakların yatağı derinleştirilir ve bunları yaparken halk sürüsünden milyonlarca insanın ölmesine ehemmiyet verilmez.
Millet ise şuurludur. Neyi, ne için yaptığını bilir. Halk, arkasında makineli tüfekler işlediği için savaşta ileri yürür. Millet bir görev yaptığına inanarak ateşe atılır. Yaratılıştan cesur olmasa bile sırf haysiyet ve utanç duyguları yüzünden ölüme doğru gitmekten çekinmez.