Binlerce çeşit doğa dile gelip şöyle diyordu: “Keşke insan, doğanın iç müziğini anlayabilse ve dış ahengini hissedebilse. Ama insan, hepimizin birbirine ait olduğunu ve birimiz olmadan öbürümüzün var olamayacağını neredeyse hiç bilmez. İnsan hiçbir şeyi yerinde bırakmaz, zorbalıkla bizi birbirimizden ayırır ve ahenksizliğimizden beslenir. Oysa insan bize dostça davransa ve büyük ahdimize ortak olsa, ne kadar mutlu olacak...O zamanlar insan bizi anlardı, biz de insanı. Tanrı olma arzusu ayırdı insanı bizden. Bilemeyeceğimiz ve sezemeyeceğimiz bir şeyi arıyor, ki o gün bu gündür, ne yoldaş bir ses ne de bizle aynı yolun yolcusu. İnsan, sezer içimizdeki sınırsız coşkuyu, sonsuz hazzı, bundandır bazılarımıza olağanüstü sevgi beslemesi...Ne var ki doğanın ördüğü ağlara karşı tatlı bir tutkudan yoksundur insan, büyüleyici gizemlerimizi görecek göz yoktur onda. İnsan acaba bir gün öğrenecek mi hissetmeyi?...İnsan bütün dünyayı hissetmeyi öğrense, içinde yıldızlar doğar, daha katmanlı ve daha berrak hisseder, sınırlardan ve yüzeylerden daha fazlasını görür. Sonsuz bir oyunun ustası olur, böylece; kendini besleyen ve sürekli büyüyen ebedi bir hazda, budalaca uğraşlarını unutur.”
Sais ÇıraklarıKitabı okudu
Bacon insanın "doğa üzerinde sahip olduğu hakları" kullanmasından söz ediyordu. Aristoteles "doğanın tüm hayvanları insan için yarattığını" söylüyordu. Immanuel Kant’a göre "insan olmasaydı, yaratılmış her şey yaban kalır, bir hiç olur”du. Çok uzak olmayan bir geçmişte doğayı "fethetmek"ten ve uzaya "hâkim olmak"tan söz ediliyordu; sanki doğa ve kozmos, haklarından gelinmesi gereken düşmanlarmış gibi. Din adamları topluluğu da bu konuda önemli bir rol oynadı. Batı dünyasının dînlerine göre, insanlar nasıl Tanrıya boyun eğmek zorundaysa, doğadaki başka her varlık da insana boyun eğmek zorundaydı. (...)Descartes ve Bacon dinden çok etkilenmişlerdi. "Doğaya karşı biz" düşüncesi dinsel geleneklerimizden bize miras kalmıştır. Tekvin’de Tanrı insanlara “her canlı varlık üzerinde egemenlik” tanımış ve “her canavar”ın bizden “korkması” ve karşımızda “huşu duyması” buyurulmuştur. İnsanoğlu doğaya “boyun eğdirmeye” teşvik edilir ve “boyun eğdirme” ifadesi askeri anlamlar ima eden İbranice bir sözcükten çevrilmiştir.
Reklam
Her bir işareti yazan Tanrı mıydı? Yatışmakta olan iç karmaşalarım, Ve büyük sevinçle dolan bu zavallı kalbim, Yüce bir güçle bana açıklıyor Doğa'nın enerjileri etrafıma ve bana heyecan veriyor. Ben bir Tanrı mıyım? Enerjinin parlaklığı giderek artıyor. Gözümün gördüğü her bir karakter Ruhumun önünde Doğa tarafından hareket halinde gösteriliyor.
''Doğa ve doğanın kanunları gecenin karanlığında saklanır. Tanrı dedi ki, 'Tesla ışık olsun' ve her şey aydınlandı.''
DOSTOYEVSKİ VE VAROLUŞÇULUK Dostoyevski, «Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu.» diye yazmıştı. (İşte bu söz, varoluşçuluğun Çıkış noktasıdır.) Gerçekten de, Tanrı yok ise her şey yeğ­dir (mubahtır), hiçbir şey yasak değildir. Bu demektir ki insan, kendi başına bırakılmıştır. Ne içinde dayanacak bir destek vardır, ne de dışında tutunacak bir dal. Artık hiçbir özür, dayanak bulamayacaktır yaptıklarına. Varoluş özden önce gelince, verilmiş ve donmuş bir insandan söz edilemez elbet. Önceden belirlenmiş, donmuş bir doğa açıklanamaz çünkü. Başka bir deyişle, gerekircilik (determinisine), kadercilik yoktur burada, kişioğlu özgürdür, insan özgürlüktür.
Hayır, doğa insanları aynı kalıba girmeye zorlayacak kadar yaratıcılıktan yoksun olamaz, tersine olağanüstü zenginlikte bir çeşitlilik vardır doğada. Acaba aynı türden iki birey, hiçbir zaman tamamen benzer yaratılmış mıdır? İşte tam olarak bu sonsuz çeşitlilik, organik evrimin ön koşulunu oluşturur.
Reklam
1.000 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.