Ey bahtsızlar, siz de içinde yaşamanız için tahsis edilen hapishaneyi çok seviyorsunuz, her geçen an onu terk etmeye, ya da oradan dışarı atılmaya daha yakın olsa nız bile ondan iğrenmeniz gerekirken daima bakımlı tutma ya vakit harcıyorsunuz.
Çünkü sıkça tekrarladığım gibi, Cicero'nun da belirttiği üzere, biz bu noktaya kendimiz sayesinde değil, başkalarının aptal olmaları suretiyle, bize daha çok hayranlık duyulduğu için geldik.
Arada sırada kendi doğasının zayıflığını aklına getirmeyecek kadar mantıksız (ona deli dememek için) kimse yoktur, ama sorulduğunda ölümlü olduğunu ve direnci zayıf bir vücutta barındığını itiraf etmez, çünkü bu durumu hem uzuvlarının ağrısının hem de güçlü arzularının farkına varmasını sağlar. Bundan dolayı da kişi kim olursa olsun, sema ne kadar mutluluk dolu olursa olsun bazen ken disini baskı altında hissetmez mi? Buna gözlerimizin hüzünle dolduğu dostlarımızın ölümlerini de ilave et. Yaşıtlarımızdan birine mezarına kadar eşlik ettiğimiz sırada, az önce önümüze konan onun son hali üzerine düşünürken, bize de acaba nasıl bir yer ayrılmıştır diye yüreğimizi titreten düşüncelere gark olmamız güç olduğundan, bizi öyle çok da ürkütemezler. Adeta komşuların evlerini ateşler sardığında, artık kendi evinde güven içinde yaşayamayacağın gibi. Nasıl diyor Flaccus:
Çok yakın zamanda sana da olacakmış gibi gelir, Çünkü kendin de yaşayacaksın aynı sonu.
Ve dahası, kurban olan ne kadar genç, sağlıklı ve zarifse bu vakitsiz ölümler ruhunda o kadar yara açacak. Bu yüzden, etrafımıza bakarak kendi kendimize şöyle demeliyiz: "İşte o, dünyadaki yerinin kalıcı olduğunu sanıyordu, oysa yaşın, güzelliğin, gücün onu tehlikeden korumaya yeterli olmasına bakılmadan gene de oradan dışarı atıldı."
Ve sizler gözlerinizi yere dikili tutarak göğe yükselmeyi arzularken, birinden diğerine itilmiş halde, ne göklere ne de yeryüzüne tam anlamıyla ait olamıyorsunuz.