Sığınmacı her şeyden korkar; Emniyet Müdürlüğü'nden, sığınmacılar bürosundan, yolunu şaşırmışlar sığınağından. Kendi gölgesinden korkar. Gururu ve özsevgisi de dahil her şeyi kaybetmekten korkar. En ufak şeyden pirelenir: bir berduyun gülümsemesi, bir sebze satıcısının suç ortağı bakışı. Öldükten sonra cesedinin başkalarının başına kalmasından çekinir,
Böylelikle iki tip insanımız, iki sürgün tipimiz vardır; asli olan ve asli olmayan. Bu iki varoluş örneğinde, kültürlü olan, tatlı dilli olan, başka bir deyişle “uygarlaşmış” olan kişi asli olmayandır, oysa yolunu şaşırmış, acılı ve başına buyruk olan, cahil, “canlı cenaze”, intihar ve berduşluk namzeti olan aslidir, Ya sonuç? Bütün ülkelerin sığınmacıları birleşin! Sefaletinize gömüldükçe dış etkilere kapanırsınız, daha asli olursunuz. Ötekiler göçmendir: yani sahte görünümler hesabına çalışan dümencilerdir.”
Burada da, yazarın dokunaklı tonuna rağmen aynı kutuplaşmayı buluruz. Bu sefer yerli sömürgeliler —devrimin yardımıyla(göç edilen ülke nazarında) iç göçmenlere dönüşmüşlerdir, dünyanın lanetlileriyse dış avareler haline gelmişlerdir — kapitalizmin çürümüş başkentlerinde yoksulluk çeken lüks berduşlar. Avarelik, yoksulluk, mahrumların ve baldırı- çıplakların cehaleti, başlı başına değerler haline gelirler; ama bu, bunların yoksun ve mağdur olmalarından ötürü değil, kurban olmalarından ve böyle kalmak istemelerinden ötürüdür, İnsani durumunu iyileştirmek yasaktır!