"Yaşam ne acı , ne tatlı ; renksiz , kokusuz , dümdüz , anımsanacak değer taşımayan bir yığın küçük olaylar zincirinden başka bir şey değildi . Acılar vardı durmadan anımsanan . Bir de, arada şimşek gibi parlayıp sönen mutluluk anları.
Hepsi bu kadar."
Türk edebiyatının ilk distopya örneklerinden biri olan Yalnızlar, 1950’li yılların
Cemal Süreya
Senin çelme taktığın yerden başlıyorum hayata. Varsın yara içinde kalsın dizlerim; yüreğim kadar acımaz nasıl olsa.
Şems-i Tebrizi
Düzenim bozulur,
Hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme.
🚬🚬🚬🚬🚬🚬🚬🚬🚬🚬🚬🚬🚬🚬🚬🚬🚬🚬🚬Telefonuma kaydettiğim fotoğraflarımıza bakarken daha fazla dayanamayıp ''Özledim'' diye mesaj attım. Sonra da playlistte Sezen aksunun herhangi bir şarkısını açtım, elimde yanmakta olan sigaradan derin bir nefes çekip. '' bu gün haddinden de fazla vurdumduymazsın'' yazdım. Boğazımı yakarcasına ses eksilttim sezen aksuya. 2.
Yüreğimizin en ücra ,en ıssız köşesinde âdeta bir dehlize hapsettiğimiz ihtilallerin gölgesinde saklamaya çalıştığımız nice düş kırıkları gizli .
Sağını solunu devamlı yeni onardığımız ve yine aşırı hızdan kaynaklanan ve bu defa tamir olunamaz onlarca sızı ile bezedik yüreğimizi.
Marquez'in büyülü anlatımıyla eşsiz betimlemelerinin süslediği bir aşk romanı...
Konusu ve işlenişi bakımından en çok 'Yüzyıllık Yalnızlık'a benziyor. Zaman kavramı oldukça karmaşık: Karakterlerin 20 yaşlarındaki tecrübesizliklerinden ihtiyarlık dönemine, olgunlaşmış ama aşk yüzünden de bir o kadar çocukça sürdürdükleri hayatları, aşk acıları,
ÖZ ELEŞTİRİ!!!
Kızım iki yaşındaydı. Dışarıda geçirdiğimiz bir günün sonunda eve dönüyorduk. Eşim arabayı durdurdu, 'Siz inin, ben arabayı park edip geliyorum.' dedi. Bunu söylemesinin ve bizim arabadan inmemizin üzerinden iki dakika bile geçmemişti henüz, kaldırımla indiğimiz yer arasında sadece bir metre vardı. Kızımın elini tutmak istedim ama
Hafifçe mora çalan bir pembe, kenarları beyaz, yer yer kopmuş oyalı. Katlamayı bilmem, becerememde zaten, hep bir terslik, hep bir orantısızlık hesabı ve ciğerlerimi yosun gibi kurutan şu hava, işte benim inzivai yaşamım, köşküm, hayatım. Kurtarılmayı beklediğim ve her gün, her yeni gün, her Allah’ın günü insanların gözlerindeki pencereyi
"kapı kırıldı; kapalı tutulduğu günlerin
hüznüyle. resim düştü sessizliğe, cam
kırıkları bırakarak gözlerine eski
sevgilinin ve çalar saat vermedi
çaldıklarını. kapı koluna çektirdiği
ilk dişini anımsadı, yıpranmış dişleri
dökülünce ipini kemiren kukla.
yüzünü gördüm uykusunda. yüzümden
kaçan kurutulmuş düş, bana göründü
ve yitti. yüzü mevsimlerin dönüştürdüğü
iklimdi; baharın ayıklayıp güzün sahiplendiği.
sakınımlı güvercindi gözleri kuklanın;
yaşama bir diazemle sunulan.
açtı kendi rüyasına gecikmiş bir uykuyla
gözlerini. parmağını ellerine gömdü,
handiyse bencileyin "yaşamak güzel mi?"
diyen bir bebeğin."
Sayfa 22-23, Mayıs Yayınları, sakladığımKitabı okudu
çok saçama yanlış algılanan bir şeye açıklık getirmek istiyorum.
Arkadaşlar neden
Tutunamayanlar kitabındaki Turgut karakterini bir aşık gibi lanse ediyorsunuz? sanki sevdiği kadından ayrılmış ve aşk acısı çekiyor gibi her yerde ona ait olmayan abuk sabuk saçma aşk sözleri dolaşıp duruyor. ya yeter işte bakın bunlar tutunamayanlar kitabında yok. diğer
Döngü ile geldim; sevgili İsmail Uluöz’ün kaleminden, hayatın gerçeklerine odaklanmış bir romandan söz edeceğim size…
Yazarın yaşamdan özümseyip sindirdiklerini felsefi bir dille köyden kente estirdiği rüzgârın eşliğinde okuyoruz; yedi yaşındaki İbrahim’in gözlemleriyle, o yaşında hayatı sorgulayan duruşuyla aktarılan hikâyede… Afyon’un