Gözlerimden “sen” diye düşerken gözyaşlarım, gitmeye mecburdum. Sen bana bir ömür uzakta olsan da ben bir nefes kadar yakınındayım. Sen olmasan da sensizlikte seninle soluk alıyor olacağım. Baharları bir çiçek olup kokusuyla gönlüne dolacağım. Karanlığına saklandığında gözlerimde bir avuç güneşle geleceğim seni aydınlatmaya. Kimsenin ne dediğini duymak istemiyorum… Sadece yaşamak ve görmek istiyorum. Hiçbir hayale sığdıramadığım tek gerçeğimsin. Sevdim işte ötesi de yok gerisi de….
“Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. Ayaklarıyla masayı itip aşağıya yuvarladı; bir boşluğa düşerken durdu. Gözleri ağzı açık, bacakları gerilerek, çırpınarak sallanırken kollarını kaldırıp başının üstünden ipi tutmaya uğraştı. (Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın sağ kalmak,direnmek olduğunu mu anladı giderayak? Yoksa bilinçsiz canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu?)”
Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüm
Bir çiçeğe tutundum düşerken, ordayım hala
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
Zaman benim işte, nesneleşiyor tüm anlar
Dursam ölürüm paramparça olur dünya..
Ahmet Telli
"Toprağa düşecekler. Baz bunu biliyor, toprağa düşerken doğa türkülerini söylemeye devam edecek. Bu türküler kefenleri olacak, onları sarıp sarmalayacak."
Siz hiç Coelho'yla yağmuru karşıladınız mı ? Kahvenize yağmur damlaları dokununca kahveniz apayrı bir tada ulaştı mı? Yağmur damlalarının toprağa düşerken ki sesi size mükemmel bir arya dinlemiş hissi yaşattı mı ? Deneyin pişman olmazsınız :)
Hayatında bir kez daha kendisini düşerken seyretmeye başlamıştı ve bu düşüş sersemletici bir tempoyla hızlanarak yaşama arzusunu azar azar aşındırıyordu,içerideki bir yaradan sızan kan gibi,görünürde kesik olmadan.
Posta kutusunun kolunu itiyorum ve mavi posta kutusu bir ağız gibi açılıyor. Oldukça hızlı bir şekilde, içeriye uzanıyor ve zarfı atıyorum. Zarf düşerken hiç ses çıkarmıyor. Posta kutusunun içine bakmaya çalışıyorum ama içerisi çok karanlık, sanki mektuplar çoktan gitmiş gibi.
“Beyler,” dedi, “şunu herhalde kabul edersiniz, insanın serveti belli bir düzeye gelince, artık gerekli değil sadece gereksiz şeyler vardır, tıpkı kadınların coşkunluk belli bir düzeye geldiğinde artık gerçek değil sadece ideal olduğunu kabul etmeleri gibi. Akıl yürütmeye devam edersek, doğaüstü nedir? Anlamadığımız şeydir. Gerçekten istediğimiz şey nedir? Sahip olmadığımız şeydir. Anlamadığım şeyleri anlamak, kendime sahip olunması olanaksız şeyler sağlamak, işte tüm hayatım bunlarla geçti. Bunu iki şekilde başarıyorum: para ve irade. Bir fantezimin peşine düşerken, örneğin Mösyö Danglars, sizin bir demiryolu hattı kurmakta, mösyö de Villefort, sizin bir adamı ölüme mahkum etmekte, Mösyö Debray, sizin bir krallığı rahatlatmakta, Mösyö Château-Renaud, sizin bir kadının hoşuna gitmekte, Morrel, sizin, hiç kimsenin binemediği bir atı eğitmekte gösterdiğiniz sebatı gösteriyorum. Böylece, örneğin şu iki balığı görüyorsunuz, biri Sen-Petersburg’dan elli fersah uzakta, öbürü Napoli’den beş fersah uzakta doğmuş: bunları aynı masada bir araya getirmek eğlenceli değil mi?”