Bir varmış bir yokmuş…
Bu oyun bize çok küçükken oynatılmaya başladı, “hangi takımı tutuyorsun?” Takım tutmayan çocuk var mıdır, sanmıyorum… Aile teşvik etmese de okulda arkadaşları tarafından muhakkak takım tutmak zorunda bırakılıyor çocuk. Bilgi sahibi olmadan seçim yapıyor ve tutmak zorunda kalıyor. Akabinde… Artık bu takımı tuttun, vazgeçemezsin, sana dönek derler, saplantılı olma durumu ruhumuza enjekte ediliyor.
Daha sonra La fontaine, ezop, bin bir gece masallarıyla kandırılmaya devam. Kurt önce büyükanneyi yiyor, sonra kırmızı başlıklı kızı yutuyor (çiğnemeden) ve kahraman avcı her ikisini de kurtarıyor. Nuh’un gemisine her canlıdan birer çiftin sığdığına inanmak da kolay oluyor böylelikle. Hiç soran yok! Kurt, neden kız ormanda gezerken, tenhada yakalayıp midesine indirmiyor da, büyükannesinin kılığına girerek karizmayı çizdiriyor. Gerçeğin inkârı sonucu oluşan toz pembe hayaller...
Biraz büyüdükçe de ideolojilere saplanma durumu başlıyor, “hangi düşünceyi savunuyorsun?”…izm-ler, ...ist-ler, …cü-ler, …ci-lerden birini savunmak, var olanlardan birini seçmek zorunda bırakılmak… Yanlış olduğunu bile bile vazgeçememe durumu başlıyor, zararın neresinden dönersek dönelim bize dönek diyecekler. Bir şeyleri tutmak-seçmek zorunda kalmak bizde hep sorun.
Bu tür saplantılı düşünceler bize atalarımızdan mı geliyor bilemedim… Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varmış, hayırdır! esir mi olduk yani. Bence en güzelini reis söylemiş "itibardan tasarruf olmaz".