Çünkü bazı insanların yarasını ancak bir yalan iyileştirirdi. Dillerinin üzerine aldıkları her yalana yeni bir tat katar, o kelimelere yeni bir ruh kazandırır, ağzında çok uzun zaman gevelediği o kelimeleri yere tükürdüğünde artık yalan olmaktan çıkar, bambaşka bir terkip olurdu o sözler.
Gerçek denilen şey, biraz olsun yalana selam vermeliymiş onun nazarına göre. Zaten aslına bakılırsa bir hikâyenin kendi başına doğruluk payı olmazmış hiç. Ama bütün hikâyeler birbirini tamamlar tamamlamaz, gerçeğin kendisi şıp diye çıkarmış orta yere.
Montaigne'i bütün sanatçılardan fazla seviyor ve sayıyorsak bunun nedeni Montaigne'in kendini başka hiçbir sanatçının yapmadığı ölçüde hayattaki" en yüce sanata, insanın kendi olarak kalabilmesi sanatına"adamış olmasıdır.
Geçenlerde bir tanıdığım, yaşam reçetesi sunan bir kitaptan söz ediyor ve "insan ilişkilerini anlamanın en iyi yolu" diyordu. "Kusura bakma" dedim. "Ben insan ilişkilerini Homeros'tan, Tolstoy'dan, Proust'tan öğreniyorum."
Bazı Dâhiler Sıradan Görünür
Nobel Edebiyat Ödülü'nü almak için Stockholm'e gelen William Faulkner, yazardan çok banka memuruna benziyormuş. "Kravatlı, ufak tefek, sıradan biri" diye tanımladı Lagerkrantz.
Oysa Faulkner'in romanlarını bilenler, onun iç fırtınalarının ve sıradanlıkla hiç ilgisi olmayan olağanüstü yaratısının tanığıdır. Marquez "Bir yazar için Faulkner okumak, hızla gelen bir trenin önüne yatmak gibidir." der. " Etkisinden kurtulamazsınız."
İnsanlardan uzak yaşayan, günlerce süren içki krizlerinde evinin üst katına kapanıp hiç çıkmayan ve aydınlarla, sanatçılarla görüşmeyen, gazetecileri kabul etmeyen Faulkner, çiftçi arkadaşlarıyla at sürerken, biri çiğnediği tütünü tükürmüş ve demiş ki "Gazetede okudum. Sana uzak bir ülkede ödül mü ne vermişler. " Faulkner, Nobel kazandığını böyle öğrenmiş ama hiç ilgilenmemiş. Törene de gitmeyeceğini bildirmiş. Büyük ısrar sonucunda Stockholm' e gitmeyi kabul ettiğinde ise gerekçesi basit "Kızım İsveç'i görmek istedi. Yoksa Nobel'den bana ne!"
Faulkner atından düşüp ölene kadar kır evinde, köylü dostlarıyla birlikte yaşadı. Yüzyılın en büyük romanlarını yazdı ve bir banka memuru sıradanlığında görülen adam, günümüzün Shakespeare'i olarak çağdaş trajedimizi yarattı.
Ortalama insan kalıbına hapsedilmiş bir dahinin hikayesidi bu.
Bu ülke, İslam değerlerini çağdaş yaşamla harmanlayan, laik ama inanca saygılı, etnik kültürlere saygı gösteren ama anayasal yurttaşlık kavramını vazgeçilmez ön koşul olarak benimseyen bir sisteme sahip olmalı.