“Ben, ruhların ışıktan oluştuğunu hayal etmeyi seviyorum. Bazıları gül rengi beneklerle ve titreşimlerle dolu. Bazıları denize vuran ay ışığı gibi ışıldıyor. Bazıları da şafak vaktindeki sis gibi soluk ve saydam.”
“Bir zamanlar ruhların çiçeklere benzediğini okumuştum bir yerde,” dedi Priscilla.
“Öyleyse senin ruhun altın bir nergis,” dedi Anne, “Diana'nınki ise kıpkırmızı bir gül. Jane'inki bir elma çiçeği, pembe, erdemli ve tatlı.”
“Seninki de tam ortasında mor çizgileri olan beyaz bir menekşe,” diye bitirdi Priscilla.
Jane, Diana'ya fısıldayarak kızların tam olarak neden bahsettiklerini anlamadığını söyledi. O anlayabiliyor muydu?
Hayatında hiç bu kadar kendine ait zamanı olmamıştı.
Çocukluğundan beri günleri öyle dolu geçmişti ki, akşam beşikte sallanmasına gerek olmamıştı. Taze gelinken yardım görmüştü ama bu, hiç durmadan koşturarak mutfak ve ev işleriyle ilgilenmesine mani değildi. Emma Teyze'nin evinde nefes almasına bile vakit bırakılmadığından, işlerini keyfince
Hangi gezegenden düştün beynime
Bir bakarsın dilin var ama değil
Hangi gezegenden indin gözüme
Güzel mi güzel ama değil
Hangi gezegenden geldin gönlüme
Seviyorsun sevmesine ama değil
Sen benim göklerimin kuşu değilsin
Değilsin benim toprağımın çiçeği
Sularımın balığı değilsin
Zaman birlikte ısırdığımız elma değil
Bak diş izlerimiz kalmamış anılarda
Bir dünyadanmışız gibi ama değil
Eğer bir elma çiçeği olsaydım, koparılmak istemezdim. Fakat karşı konulamaz bir cazibeleri vardı. Karşı konulamaz cazibesi olan bir şeyle karşılaştığında sen ne yapıyorsun?