Kıskançlığı doğuran, kendimizle başkaları arasındaki oransızlık değil, aksine, yakınlıktır. Bir er, generalini değil de çavuşunu ya da onbaşısını kıskanır; aynı şekilde tanınmış bir yazar, adı sanı duyulmamış yazar çizer takımını değil de kendisiyle benzer konumdakilere hasetle bakar. Oransızlıklar ilişkiyi kesintiye uğratır; ya bizden uzakta duran şeyleri kendimizle karşılaştırmamızı engeller ya da karşılaştırmaların etkisini ortadan kaldırır.
Duyu organlarımız bizi yoldan çıkarmaya bayılır. En kandırıkçı olan da gözlerimizdir. Onlara fazla bel bağlarız. Etrafımızdaki dünyayı gördüğümüzü sanarız, ama aslında algıladığımız ancak yüzeydir. Nesnelerin gerçek tabiatlarını, özlerini bulmayı öğrenmemiz gerekir, ama gözler bu konuda bize yardım etmekten çok bizi engeller. Dikkatimizi dağıtırlar. Gözlerimizin karmaşasına bayılırız. Gözlerine fazla güvenen bir kişi, diğer duyularını ihmal eder, bununla işitme veya koklama duyularından fazlasını kastediyorum. İçimizdeki isimsiz organdan bahsediyorum. Şimdilik ona, kalbin pusulası diyelim.
Zihinsel telepati; evet, insanlar aslında bu yöntemle iletişim kurmalıydılar. Telepatiyle konuşabildikleri zaman, değişik diller ve alfabeler gibi engeller söz konusu olmaz. Ne var ki ben biraz düşününce bizim dünyamızda bunun asla işlemeyeceğine karar verdim, çünkü bizler için şirketten çalmak, vergi kaçırmak, her türlü dalevereyi çevirmek sıradan olaylar halindedir. Bu dünyanın insanları asla "açık zihinli" olmaya yanaşmazlar. Saklanacak o kadar çok hile, o kadar çok kırgınlık vardır ki!