Eşrefin Enver, Niyazi, Süleyman Askerî ve Aziz Ali el-Mısrî gibi bazı yakın görev arkadaşları da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin o dönemdeki selefi olan yapılanmaya girmiş, Kur’an ve altıpatlar üzerine el basarak sadakat yemini etmişlerdi. Osmanlı kuvvetleri Balkanlardaki rakiplerinin saha teşkilatlanmasını kopya etmeye başlamışlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni iktidara getiren 1908 Devrimi’nin başkarakterleri olan Enver ve Niyazi Beyler, konvansiyonel taktikleri uygulamak üzere eğitim almış olsalar da gerilla savaşının avantajlarını hızla görmüşlerdi. Enver Bey bu türden 50 çatışmaya girmiş ve kontrgerilla taktikleri üzerinde uzmanlaşmıştı. Sonuç odaklılık ve fedaîlerin silah altına alımı ile uyuşan hızlı hareket ve iletişim, “Jön Türk” döneminde ortaya çıkmakta olan askerî doktrine damga vurmuştu. Bu yöntemlerin Balkanlar dışındaki ilk sınavı günümüzdeki Libya topraklarında gerçekleşmişti. Neredeyse hepsi Makedonya’da çarpışmış Osmanlı subaylarından müteşekkil sınırlı bir grubu Libya’ya gön-deren Enver Paşa komutasındaki Osmanlılar, daha iyi teçhizatlı fakat geleneksel eğitimli İtalyan ordusuyla mücadele etmek için Senusîlerin kabile savaşçılarını eğitti. Vur-kaç taktikleri uygulayıp büyük muharebelerden uzak duran Osmanlı-Senusî kuvvetleri etkileyici sonuçlar aldı.
Osmanlı bürokrasisinin bir kesimi yeni gelen mültecilere daha olumlu yaklaşıyordu. Genişlemekte olan ordu ve asayiş hizmetleri, Çerkesleri bir insan gücü kaynağı olarak gördü. Rus-larla mücadele ederken kazandıkları tecrübelerden dolayı birçok Çerkes Osmanlı topraklarına savaşta pişerek gelmişti. Şüphesiz, savaşçılıkta saldıkları nam korkutucuydu.
Reklam
Çerkesleri niye seviyorum cevabı burada
Çerkes bağlantısı Eşref’in öyküsünün arka planı Kafkas dağlarında yatmakta-dır. On dokuzuncu yüzyılda, İmparatorluk Rusyası’nın Kafkas hinterlandındaki dağlık bölgeyi boyunduruk altına alma ve ni-hayetinde kolonize etme dürtüsü, bu bölgedeki birçok halk, dil ve gelenek için bir felaketle sonuçlanmıştır. Sürgünleri, bölgedeki mülkiyet ve geçim
Atatürk hakkındaki çeşitli çalışmalar haricinde, bu döneme ilişkin İngilizce yazılmış ciddi biyografilerdeki dikkat çekici azlık, kişiyi bu eksiklik ile bu mühim döneme ilişkin sabit fikirlerin hâkimiyetlerini devam ettirmesi arasında nedensel bir ilişki kurmaya sevk etmektedir. Eylemleri, sık sık beklenilen davranış kalıplarının ötesine geçmiş Eşref gibi bir adama odaklanmak, araştırmacıyı geç dönem Osmanlı ve Türk tarihinin bazı ön kabullerini sorgulamaya çağırmaktadır. Eşref’in hayat hikâyesi devlet hizmeti, sadakat, etnisite ve milliyet gibi mühim meselelere ve bunun sonucunda bir bütün olarak birey-devlet-toplum arasındaki ilişkiye karşı algımızı muğlaklaştırır. Dahası, Pervin’in hatıraları vasıtasıyla Eşref’in ev hayatına atılan anlık bakışlar bize devlet hizmeti ile özel hayat ve askerî dünya ile sivil cephe arasındaki o karma-şık ilişkiyi gözlemleme imkânı tanır. Bu, o sorunlu dönemde yaşanmış bir tecrübeyi yakalamak adına son derece mühimdir.
Eşref’in belgelerle dolu sandığı Ann Stoler’ın “yüklü alan” de-diği şeyin benzeri kabul edilebilir. Mevcudiyeti ve çok uzun za-mandır açılmamış olduğu gerçeği, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişteki sorunlu sürecin tabiatında mevcut olan bazı kırılma ve silintileri yansıtmaktadır. Böyle bir kaynak koleksiyonunu çevreleyen gerilimler göz önüne alındı-ğında, bunları gün yüzüne çıkarmanın ardındaki niyetleri sor-gulayanlar şüphesiz olacaktır. Benim yaklaşımımınsa mümkün olduğunca tarafsız bir tutum sergilemek, Eşref ile dönemi arasın-daki ilişkiyi sürekli anlamaya çabalamak olduğu gayet açıktır. Bu dönemin tartışmalı tarih yazıcılığı ve bilhassa da Eşref göz önüne alındığında, söyleyeceklerimi ve hatta belki de bu konuda yazma kararımı eleştirecek kişiler olacağına şüphe yoktur. Bu kişilere, sadece, tarihçinin bütün kanıtları tarafsızca değerlendirmek ve en makul olanla öne çıkmayı denemek durumunda olduğunu söyleyeceğim. Dolayısıyla ben ne Eşref’i savunmaya ne de onu kovuşturmaya çalışıyorum; yegâne maksadım onun dünyasını anlamaya çalışmaktır.
Bu cihetle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanan Lozan’daki yorucu müzakerelerde ortaya çıkan dikkat çekici listede Eşref’in ismi görülmektedir. Bu listedeki kişilere “150’likler” denmiş, persona non gratae [istenmeyen kişi] ilan edilerek yeni Türk devletinin sınırlarına girmeleri yasaklanmıştı. Bu listedeki kişiler Osmanlı saray memurlarından, savaşın aka-bindeki Müttefik işgali sırasında görev yapan kabine üyelerinden, imparatorluğun savaştan artakalan topraklarının parçalanmasını öngören Sevr Antlaşması’nı imzalayanlardan, çeşitli yetkili ve gazetecilerden ve bu kitapla alakalı olarak, Çerkes Ethem ve kardeşlerinin, Eşref’in ve küçük kardeşi Selim “Hacı” Sami’nin de dâhil olduğu iki büyük Çerkes kökenli Osmanlı grubundan birini de içeren, birbirine benzemeyen kişilerden oluşan bir topluluktu.9 Eşref ve Selim Sami bu kötü şöhretli listenin 60 ve 61. sıralarını paylaşırlar. Sonuç itibarıyla, 1920 senesinin sonundaki ihtilafta Ankara’ya karşı saf tuttukları için Ethem ve Eşref’e vatan haini muamelesi yapılmıştır. İki adamın Yunan kontrolündeki bölgeye geçmeleri Türk millî tarihinde hainlikle itham edilmelerinin başlıca sebebidir.10 Eşref’in kardeşleri Sami ve Ahmet’in 1927 senesinde Türkiye Cumhuriyeti’ne gizlice girmeye çalışırken öldürülmeleri de Kemalist tarih yazımının hükmünü yumuşatması adına hiçbir fayda sağlamamıştır.
Reklam
Geri199
1.000 öğeden 991 ile 1.000 arasındakiler gösteriliyor.