Dışa bakarsan yanılırsın, zira ne cevherler vardır ki bir harabenin içinde, ne nimetler vardır ki kara bir kabuğun içinde, ne eşsiz güller dikenlerin içinde... insan da bu misal işte... Sırf beden değildir. Öyle zannedersen hata edersin. Zira dış yanıltır, iç yanıltmaz. Yaş gözden aksa da gönülden gelir. İşte bizim derdimiz de ve vazifemiz de içte olanı görmek değil midir?"
Sufi psikolojisinde kibir, Hakikat Yolu'nda en büyük engeldir. Kibir ve gurur; husumet, önyargı ve uyumsuzluğu besler. Sufi biyografileri, kibir ve gururla mücadelenin eşsiz örnekleriyle doludur.
Atatürk savaşı adım adım takip etmiştir. Askerliğe bir bilim olarak ilgisi vardır. Bu muharebeyi nasıl kazandık, onlar neden kaybetti vs. birçok sorunun cevabını arar. Yunanlıların yaptıkları hatalara bakar. Mesela, taarruz sürerken bir telgraf gelir, bizim- kiler telgraf karşı tarafın eline ulaşmadan kesip alır. Telgrafta Trikopis'in başkomutan olduğunu bildirilir, ama haber Trikopis'e ulaşmaz. Trikopis ancak Dumlupınar'da esir düşünce bundan haberdar olur.
İyi biliniz ki Turkiye Cumhuriyeti peyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.
En doğru, en hakiki tarikat (yollar), tarikat-s medeniyettir (wygar lik yollarıdır).
Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için käfi dir
Tam bir mülk haline geldikten sonra sevilen kişinin artık yüzüne bakılmaz. Aşkta soyutlama, dışlayıcılığın tamamlayıcısıdır; bu dışlayıcılık da, aldatıcı biçimde, soyutun karşıtı olarak, bu tek ve eşsiz varlığa bağlılık olarak gösterir kendini. Ama işte böyle bir sahiplenme, sırf onu bir nesne haline getirdiği için nesnesine olan bağlılığını da yitirir ve "benim" durumuna düşürdüğü kişiyi yarı yolda bırakır. Eğer insanlar mülk olmasaydı, başkalarıyla değiştirilmeleri de mümkün olmazdı.
"Yeryüzünde titrek bir ses duyuldu.
Daha önce hiç duyulmayan bir sesti bu.
İlk defa kımıldayan bir gırtlaktan geliyordu.
"Bana en koyu karanlıklarda yaşamış bir insandan bahsettiler. Sanki bir uçurumun dibindeymişçesine en sönük bir ışık parıltısı bile değmemiş gözlerine.
"Bana sessizlik içinde yaşamış bir insandan bahsettiler. En kısık bir ses bile değmemiş kulaklarına...
"Hayatı boyunca ilginç bir şekilde hep ılık olan bir suyun içinde gerçekten yaşamış ve sonra da birden buz gibi bir akarsuya daldırılmış bir insanın hikâyesini duydum.
"Bu insan önceden hiç nefes almamış ciğerlerini birden havayla doldurmuş. Hep sönük kalmış ciğerlerini birden havayla şişirmiş ve acıyla çığlık atmış...
"Yeryüzünde kavruk, titrek bir ses duyuldu. Daha önce hiç duyulmayan bir sesti bu. İlk defa kımıldayan bir gırtlaktan geliyordu.
"Bu, istirahat eden insanın sesiydi.
"Böylesine mutlak bir istirahati kim hayal edebilir ki?
"Yemek yeme zahmetine bile girmeyen birinin istirahati, çünkü onun için başkası yemek yiyordu. Bütün kas lifleri rahat konumdaydı, çünkü yaşaması için gerekli ısıyı başka dokular üretiyordu. En içteki dokuları bile kendilerini zehirden ve mikroplardan korumak için çalışmak zorunda değildi, çünkü başka
dokular ona hizmet ediyordu. Ve oksijen o nefes almadan veriliyordu ona, canlılar içinde ne eşsiz bir ayrıcalık!
-Bu kervan nereye gidiyor?
- Gelişmeye ve değişmeye muhtaç olan bu kâinat her zaman yürümeye mahkûm bu kervan, hayalin bile kavramaktan âciz kaldığı eşsiz bir sırra, ilâhî güzelliğin nuruna doğru akıp gitmektedir.
Sanatçının bir insan olarak çektiği ıstırap benlik öğesini içerir; varlığının bütününün istikrarına ve
değerine, dünyayla ilişkilerine dair bir kaygıdır. Bu ıstırabın sonucunda sanat eseri, izolasyonla ve
dünyaya belirli bir tarzda tepki verip orada belirli bir tarzda eyleme geçmenin geliştirilmesiyle
yoğrulur. Bazı sanatçılar verdikleri tepkiyi aşırılaştırıp, ıstırap verici bir şekilde kendi
benliklerinden yoksun oldukları hissine kapılarak dünyada eylemlerde bulunmaktan vazgeçerler. Bu
yokluklarda, incinebilir benliğin çeşitli ölümleri bir tür eşsiz, keskin ve somut ölüme, dolayısıyla intihara dönüşecektir.
Söz konusu iki insani dürtü ya da arzu, daha geniş bir bütünün parçası olma arzusu ve bireyselleşme ya da eşsiz olma dürtüsüdür; bir yere ait olma ve kendin gibi olma hayali; toplumun desteğini alma isteği ve bağımsızlık hevesi; öykünme itkisi ve farklılaşma güdüsü. Yani hem el ele tutuşmanın güvenliğine hem de ellerini bırakma özgürlüğüne ihtiyaç duymak...