Sonunda küçük topluluklar halinde sergiyi dolaşmaya çıktılar. Konuşmaya çok meraklı birinin anlattıklarını dinlermiş görünen üç-dört kişiyi gördüm önce Elif'le birlikte nesnelere, tablolara bakarak yürüyen. Orta yaşlı ünlü bir ressamdı galiba öndeki, bakışları ümitsizdi. Bu uzak, yaban kıyıya birkaç günlüğüne gelmiş ama rahat bırakılmayıp, onu tanıyan eski bir arkadaşı tarafından buraya sürüklenmiş olmanın acısını çıkarırcasına, alaycı, tepeden bakan yorumlarda bulunuyor, şen, havaî tavırlarla espriler yapıyor, yanaklarından kan damlayan sağlıklı görünüşü ve modern giyimi, ben buralara düşecek adam mıyım, herkes haddini bilsin havası yaratıyordu. Önümde durdular. Ressam mı galerici mi, her kimse, sessizleşti, tadı kaçmış gibi oldu.
Elif ve diğerleri, sevecenlikle bakıyordu bana. Ama adam, öte dünyadan birini görmüştü sanki, şaşkındı. İçimden, evet evet, öte dünyadan birini görüyorsunuz şu anda dedim, güldüm. Adamsa, Elif'e dönüp, babanız büyük bir ressammış dedi. Başka da bir şey demedi. Biraz daha baktı bana ve yürümeye devam etti. Geride biraz ekşimsi bir koku kaldı. Ham bir koku. Aşağıda Hades ülkesinde komşum Ahî Sinan'ın dükkânındaki sepilenmemiş derilerin kokusu gibi. Bu yaşlı, ağır aksak, kendi halinde kasabanın dirim bahşeden havasını biraz bozacak türden.