Telefon susar, zaman yavaşlar, etrafındaki her şey önemsizleşir. Kelebek işte tam da öyle bir kitap. Seni alır, binlerce kilometre uzağa, parmaklıkların ve dikenli tellerin ötesine sürükler. Ama bu yolculuk yalnızca haritada değil; vicdanda, sabırda, dirençte yapılır.
Henri Charrière’in kaleminden çıkan bu hikâye, baştan sona bir kaçış değil; aksine, insanın kendi içindeki güce doğru yaptığı zorlu bir yürüyüştür. O tropik adalarda, rutubetli hücrelerde, göz göze gelinmeyen gardiyanların arasında ne kadar az eşya varsa, o kadar çok duygu var bu kitapta.
Kelebek’in her denemesi, her başarısızlığı, her yeniden denemesi bir ders gibi. Çünkü bu kitap, düşmenin değil, yeniden ayağa kalkmanın kitabı. Her kapana kısıldığında daha da bileniyor, her kaybettiğinde içindeki özgürlük arzusu biraz daha büyüyor.
Anlatım sade ama sarsıcı. Ne süslü cümlelere ihtiyaç var ne de mecazlarla bezeli sayfalara. Gerçeklik, zaten yeterince ağır. Anlattığı her şey öylesine sahici ki, okurken gözünün önüne değil, içine bir şeyler çiziliyor.
Kitabın sonunda bir firar görmüyorsun sadece. Bir dönüşüm izliyorsun. Zincirlerle baş edemeyen bedenin, zihinsel zincirleri kırarak yeniden doğuşunu.
Ve sen, son sayfayı kapattığında kendine şu soruyu soruyorsun:
Ben olsaydım, kaçmaya cesaret eder miydim?