Sonradan olma bir varlığın oluşması ve kendisini yaratan Allah'a muhtaç bulunması, onun kendi nefsinde mümkün oluşundandır. Çünkü varlığı bir başkasının varlığına bağlıdır. Böyle olunca ihtiyaç bağışla irtibatlıdır ve yaslandıği İlahi Kudret'in kendi zatında varlığı zorunlu olması ve kendi nefsiyle varlığında hiçbir şeye muhtaç olmayarak her şeye karşı müstağni olması gerekir. O da, sonradan olma varlığa Kendi Zat'ıyla varlık kazandırandır. Öyleyse öteki varlıklar O'na nisbet olunmuştur.
Hak, takva sahiplerinin zahiri olunca, yani onların zahir olan suretlerinin ta kendisi
[ayn] olunca, (kemalatı ve övülesi şeyleri Hakk’a izafe ederek) Hakk’ı (kendi
nefslerine) korunak [vikaye] kılan bu (kendileri için mekânın sözkonusu olabileceği
bir zahir varlıkları kalmamış olan) takva ehli nerededir? Ve o takva sahipleri, bütün
ehlullah indinde, insanların en yücesi, (zatî vahdaniyet ile nitelenmelerinden dolayı
varlık ve yakınlığa) en layık olanı ve (bütün uzuv ve yetileri Hakk’ın olduğu için) en
güçlüsüdür. Takva sahibi olan kişi, zaman olur ki, kendi nefsinin suretini Hakk’a
korunak [vikaye] kılar (yani O’nu, kendindeki yerilesi şeyleri O’na isnad
edilmeklikten korur). Çünkü, Hakk’ın huviyeti, kulun yetileridir. Böyle olunca, “kul”
olarak adlandırılanı, “Hak” olarak adlandırılana korunak kılar — bilenlerle
bilmeyenler ayrılsın diye. “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak işin
özünü bilenler düşünürler” [Zümer Suresi, 39/9].
Bu, ilmin malum’a tabi olduğunu kanıtlar. Dolayısıyla, ayn’ının değişmezliğindeki
[sübut] yokluk halinde mümin olan bir kimse, varlık halinde de aynı suret üzre zahir
olur. Ve Allahu Teala, onun böyle olduğunu (yani, mümin olduğunu) ondan (yani,
onun bu bilgiyi O’na vermesi yoluyla) bildi. Bundandır ki, “Allah hidayet olunanları
bilir” [Kasas Suresi, 28/56] buyurdu. Ve yine Allahu Teala şöyle buyurdu: “Benim
indimde söz değişmez..” [Kaf Suresi, 50/29] — çünkü Benim sözüm yaratmış
olduklarıma ilişkin ilmimle sınırlıdır. “..Ve Ben kullarıma asla zulmedici değilim”
[Kaf Suresi, 50/29] — yani, Ben onları şaki kılan küfrü kendi üzerlerine takdir edip de
sonradan, onların güç yetiremeyecekleri bir şeyi kendilerinden istiyor değilim; Biz
onlara ancak (değişmez aynlarındaki onlara ilişkin) ilmimiz kadarınca muamele
ettik; eğer ortada bir zulüm sözkonusuysa, zalim olanlar ancak kendileridir.
Beni Adem türünün halk edilişi ne suretle olursa olsun Allah Zü’l-Celal’in varlığını ve meleklerinin varlığını ve resûllerini ve kitaplarını ve âhiret gününü ve kazâ ve kaderi ve ölümden sonra tekrar dirilmeyi inkâra sebep olamaz.
Tabiat kitabını tetkik ile meşgûl olup da bunları inkâr edenler, tetkîk ettikleri şeyin sonuçlarını idrâk edemeyen ve sadece bir noktaya konsantre olmaları sebebiyle bilginin tamamını ihata edemeyen sınırlı düşünce ve noksan isti’dâdlı kimselerdir. “Ya’rifûne ni’metellâhî sümme yünkirûnehâ ve ekseruhumül kâfirûn” ya’nî “Onlar, Allah’ın nimetini biliyorlar, sonra onu inkâr ediyorlar. Ve onların çoğu kâfirdirler” (Nahl, 16/83).
Bil ki, “Hak’tan başka” olan veya “alem” olarak adlandırılanın Hakk’a nisbeti,
gölgenin kişiye nisbeti gibidir. Böyle olunca alem, Allah’ın gölgesidir. Ve bu, varlığın
aleme nisbetinin aynısıdır. Çünkü gölge hiç kuşkusuz duyumsanan bir şeydir. Ama
gölgenin görünmesi, ancak gölgenin üzerine düştüğü mahal varolduğu sürece
sözkonusudur. Eğer bu gölgenin görünmesini sağlayan mahallin yokluğunu
varsayacak olsaydın, bu gölge aklî bir şey olarak kalır ve duyumsal olarak
varolamazdı.