Bu gibi hikayeler beni yaralıyor. Yara almaktan usanmıyor ve uslanmıyor olmalıyım ki edebiyatın dayanılmaz gerçekçiliğini okumaya devam ediyorum var gücümle. Bu merhametsiz düzene isyan etmek geliyor içimden. Acımasız insan ruhlarına tüm ruhumla acıyorum. Bir gönlün yıkımında emeği bulunan tüm etkilere kızıyorum. İçlerindeki aciz kölenin dışavurumunu bastırabilmek için üstencilikle kurgulanmış her türlü hürriyet kısıtlayıcı davranışı tüm hürriyetimi kullanarak kınıyorum. Ne zaman zihnimi biraz yormaya kalkışsam aşkın ve özgürlüğün yanında buluyorum kendimi. Kısıtlanan, yargılanan, hiç sayılan, heba edilen, ezilip bir kenara atılan tüm aşıkların yanında.
İyi kurulmuş bir hikayenin damakta bıraktığı o kekre tadı veriyor kitap. Bir kederi heyecan ve dikkatle okumanın utancını hissettiriyor. Üstelik uzun cümlelerle süslenmiş bir keder. Sevdanın her zaman kavuşturmadığı, yıldızların her gece aynı parlaklıkta olmadığı gerçeğiyle daha önce çok kez karşılaşmışsak basit bir ayrılık hikayesi diye değerlendirebiliriz yaşananları. Ama ne yazık ki her hicran, aynı hasreti çektirir bize. Hangi isimlerde ve ne şekillerde vuku bulduğu fark etmeksizin, her hüzünden kendimize çıkarıcak bir pay buluruz. Dilber'in sergüzeştinde araya sıkıştırılan o yalnız mezarda yatanın biz olduğumuzu duyumsarız örneğin. Bu böyledir. Sergüzeşt biter, kendini sürekli hatırlatan o ince sızısı kalır.