Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur
O sırada bir oyun daha oynandı. Daha Alman gemileri İs­tanbul’da görünmeden, Halil Beyin bulduğu bir formülle bu gemileri Osmanlı hükümeti güya satın almış oldu. Gemilere Türk bayrağı çekildi. Alman mürettebata renkli kırmızı fesler dağıtılarak bu mürettebat, güya Türkleştirildi. Fakat gemiler gene Alman kumandanının ve mürettebatının elinde kaldılar.
Sayfa 208
İs­tan­bul’da hiç kim­se ile te­mas et­mi­yo­rum, ama hiç kim­se ile, hiç. Yal­nız­lık­tan çıl­dır­ma­mak için si­zi bul­dum. Pek mem­nu­num bu­na. Si­zi ben ha­ki­ka­ten sev­dim, ina­nır mı­sı­nız? Be­ni siz ya­şa­ta­cak­sı­nız. Be­nim için bir ide­al ola­bi­lir­si­niz. Ne ka­dar ih­ti­ya­cım var bu­na. Ah, ta­pı­na­cak bir şey arı­yo­rum. Bu­la­maz­sam ge­ne in­ti­ha­ra kal­ka­bi­li­rim. Ya­hut bu dün­ya­nın meç­hul bir nok­­­ta­sın­da kay­bo­lu­rum. Ku­tup­la­ra git­me­ği bi­le çok dü­şün­düm. Dün­ya ba­na dar ge­li­yor.
Reklam
İstanbul’da coşkulu kalabalıkla karşılandı. “Davos Fatihi” pankartları açıldı. Aldı Davos rüzgârını arkasına… Miting meydanlarına fırladı. Deniz Baykal’ı eleştirirken atasözü icat etti. “İnce at da kargalar yesin” dedi. “Ziya Paşa’nın güzel bir lafı vardır, eşek ölür kalır eseri” dedi. Sonra “Pardon pardon, eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri” diye düzeltti. Aslında düzelttiği filan yoktu… O laf Ziya Paşa’ya değil, Mehmet Âkif Ersoy’a aitti. “İstanbul’un tarihçesini bilmiyorlar, tarih bilseler konuşmaya yüzleri olmaz, öyle elinde mercekle Romen Diyojen gibi dolaşılmaz” dedi. Mercekle dolaşan, hayali roman kahramanı Sherlock Holmes’tü. Mercek yerine fenerle dolaşan Diyojen’in İstanbulla alakası yoktu, Sinoplu filozoftu. Romen Diyojen desen, zaten mercekle fenerle alakası yoktu, Malazgirt’te Alparslan’a esir düşen Bizans imparatoruydu. Özetle… Tarih dersi verirken, 1500 senelik hata yapmış, Diyojenleri karıştırmış, Sherlock Holmes’le harmanlamış, gene de denk getirememişti.
Demetrios Katartzes (Fotiades), Fenerli soyluların ve za­manın anlayışını yansıtması bakımından ilginç bir örnek olabilir.1730 yıllarında soylu ve zengin bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da doğmuş, iyi bir öğrenim görmüş, Bükreş’te yaşamış, Boğdan saraylarında bulunmuş ve Eflâk’ta en üst makamlara vardıktan sonra gene orada 1807 yılında
Türk yönetimi yıllarında Hellence konuşan Ortodoks cemaat kendisini “ethnos” yada “genos” sözcükleriyle de nitelerdi. “Cemaat”, “soy” anlamına gelen bu sözcüklerden birincisi zamanla büyük harfle yazılmaya ve “Ulus” yada “Hellen Ulusu” anlamında kullanılmaya başlandı (Xydis). Osmanlı yöneti­minin millet sistemi içinde “dışlanan etnik grup” duygusu
_Mustafa Kemal, bir Türk’tü; Türk olmaktan gurur duyuyor; “Türkiye Türklerindir” parolasıyla yaşıyordu. Ne Tanrı’dan, ne bir kişiden ne de kurumdan çekinmeyen, tam bir devrimciydi. Onun için resmi ya da kutsal olan hiçbir şey yoktu. Türkiye’yi Padişah’ın ehliyetsizliğinden ve despotizminden olduğu kadar, yabancıların pençelerinden kurtarmakla
Reklam
İstanbul’da bir sevdiğin varsa, üstüne üstlük bir de İstanbul’u seviyorsan eğer, ne kadar uzağa gidersen git ve nasıl bir hızla, gene de kurtulamazsın bu şehirle cebelleşmekten rüyalarında.
Ev meselesini konuşurken doğrusu Le Corbusier’nin (1887/İsviçre-1965/Fransa) gençlik yılarından bahsetmek de vazifedir. On dokuz yaşında evvela Balkanlarda Türk şehirlerini gezdi. Defterler dolusu resimler çizdi. İstanbul’a geldi. İstanbul’da üç dört ay kadar kaldı. Gene sayısız deftere İstanbul’un el değmemiş güzelliklerini çizdi. İstanbul’dan ayrılırken Galata’dan bindiği vapurla herhalde, güvertede akşamüstü yazdığı cümleler çok önemlidir. Galata’dan hareket ettiğinde hemen şunu söylüyor: “Türkler, Allah’ın yarattığı en müstesna güzelliklere sahip küçük meyillerle yükselip alçalan ve tepelerle tezyin edilmiş yarımada üzerinde bu tepelere ilâve ettikleri abideleriyle büyük camileriyle Allah’ın bu yarattığı bu nadir güzellikte araziye erişilmez güzellikler ilave etmiş bulunuyorlar.” Gemi Ahırkapı civarına geldiği sırada yazdıkları da şöyle. “ … Gemi biraz daha uzaklaşınca büyük abidelerin arasındaki boşluklardan uzaklarda dumanlar çıktığını gördüm.” Yani, yangın.. Le Corbusier, İstanbul’un büyük bir kısmını yok eden yangının başlangıcını görerek Fransa’ya dönüyor.
Sayfa 144Kitabı okudu
İstanbul’da yazıyorum bunları. Bu salı geldim. Annem sağ. Sevdiğim eskisinden güzel, diri, can. Evimize eskiden ikindileri güneş vurmazdı, şimdi vuruyor. Dünyanın en tatlı, en elverişli işlerini peşkeş çekiyorlar. Beyoğlu yeniden icat edilmiş. Saatte bir Adalar’a vapur kalkıyor. Kimin kapısını çalsam, evdeler. Bir karanfil tomarı yakıştırmışlar vazoya. Vazoyu Eskişehir’den hatıra getirdim. Her şeyi var İstanbul’un, her şeyi. Ama gene de bir şeyi noksan. Hey gidi...
Ama, İstanbul’da, sırf İstanbul’da! Herkesin her şeyi orada, fazlası bereketlisi, süslüsü... Bol bol. Kol kola Mahmutpaşa’ya gitsek. Ona bir rugan terlik, bir eşarp, altın alsam. Çukurmuhallebici’de birer dondurma yesek. Tam elini sıkıp, gözlerinin içine bakıp ayrılacağım sırada: “Gene mi o kadına gidiyorsun?” dese, manalı manalı sırıtsam, deli olsa.
Reklam
Hiç değişmeyen şeyler
İstanbul’da, yukarıda büyükler, kodamanlar tepişecek herhalde, bizlerse gene çalışıp didinip sağ kalmaya çalışacağız.
Hasılı, yenildik. Mütareke ilan edildiği zaman, ben İstanbul’da bulunuyordum. Galiba, üçüncü iznimdi. Cepheye döneceğim sırada, beni yeni kurulmuş bir alaya verdiler. Bilmem nereye gönderilmeyi bekliyorduk. İşte bu sırada “paydos” borusu çaldı. Cephede bulunsaydım, içine düştüğüm ters duygulara belki de kapılmazdım. Yenilmek beni başka türlü
Sayfa 419
126 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.