Bugün bir Müslümana "bilinçli" diyebilmek için, bir başına, onun ibadetlerine bakmak yetmiyor. Bir kimsenin namaz kılıp kılmadığına, oruç tutup tutmadığına, zekâtım verip vermediğine, imkânı varken Hacca gidip gitmediğine bakarak hüküm vermek bizi sağlıklı sonuçlara ulaştırmayabilir.
Islâm'ın şartları arasında sayılan bu husuları yerine getirmek, esasen Müslümanın kişisel yükümlülüğü sayılır. Yani birey olarak ibadetleri ifa etmek Müslümanın, zaten ve söylenmeden bilinen, kişisel borcudur.
Öyleyse bir kimseye "bilinçli Müslüman" diyebilmek için onun kişisel yükümlülüklerinin ötesinde bulunan hususlarda yapıp ettiklerine bakmak gerekiyor.
Ne gibi?
İbadetlerini yapan kimse bunları kendisi için, yani kendi nefsini kurtarmak adına yaptığına göre, o kimse bunların dışıda ne yapıyor, ona bakmak gerekiyor. Hesap günü, Allah kendisine: "Benim için ne yaptın?" diye sorduğunda, namaz kıldım, zekât verdim, oruç tuttum, Hacca gittim diye ibadetlerini dermeyan eden kimseye bu ibadetleri ancak kendi nefsini kurtarmak için yapmış olduğu hatırlatılır. Çünkü bu ibadetlere muhtaç olan Allah değil, fakat kendisidir. Öyleyse Müslüman, Allah için ne yapmış olmalıdır?Ne yapması gerekir?
Böyle bir soruya hazırlıklı bulunmak için Müslümanın, ibadetlerini yapmış olmasının ötesinde belli bir "bilince" sahip bulunması gerekir. Müslüman bir yandan namazını kılar, orucunu tutarken, bir yandanda küfrün ve zulmün âleti olmaya devam ederse, onda elbette belli bir bilincin bulunduğundan bahsedilemez. Öyleyse, Müslüman için "bilinçli" demenin ne demek olabileceği üzerinde yeniden düşünülmelidir. Bilinçli Müslüman,dünyada edilgin bir durum alışı reddediyor. Başkalarının âleti olarak kullanılmasına, istismar edilmesine göz yummuyor. En önemlisi, nerede, nasıl istismar edildiğini veya edilebileceğini biliyor. Haksızlığa karşı eliyle, diliyle, kalbiyle karşı koyuyor. Allah'ın düşmanlarına, gene Allah'ın rızası için buğzediyor. Çağdaş rahatlıkların bilincini köreltmeye yönelik tuzaklar olduğunu biliyor ve yeryüzünde işgal ettiği bir mekân varsa, bu mekânın Allah düşmanlarının lütfü ve ihsanıyla kendisine verilmediğini, dolayısıyla işgal ettiği mekânın hakkını korumanın kendine düşen yükümlülükler arasında bulunduğunu biliyor ve rızk endişesiyle kâfirlerle işbirliği yapmayı reddediyor.
Allah'tan korkanın kalbinde Allah korkusundan başka hiç bir korkunun yer tutmayacağını bilerek kula kul olmuyor, yalnız Allah'a kulluk ediyor. Allah'tan başkasından korkmanın, hele bir insandan korkmanın aşağılık bir şey olduğunu fark ediyor. Hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine iman ediyor. Kötülüğün eşyadan değil, fakat eşyanın emri altına girmekten olduğunu bildiğinden eşyayı kendi emrinin altında tutmanın yolunu arıyor. Onun zulüm tanımı yalın biçimiyle işkence ve zorbalıkla kaim değildir. Yani, zulüm onun için aslında fizik bir hadiseden ibaret değildir. O, zulmü Allah'ın hükümleriyle hükmetmemek diye anlıyor.