Gönderi

448 syf.
·
Not rated
Spoiler uyarısı! Aristo insanı betimlerken “İnsan sosyal bir hayvandır” der. Gerçekten de insan yaratılan her canlıdan daha sosyaldir. Her duruma, olaya, kişiye veya gruba adapte olabilir. İnsanların bu yüksek adaptasyon yeteneği ilk başlarda küçük grupları, bu küçük gruplarda birleşerek büyük grupları ve nihayetinde ise devleti oluşturmuştur. Aslında devletin ortaya çıkması bir dizi problemi de beraberinde getirmiştir. Kimi düşünür devletin gerçekten gerekli olup olmadığını tartışırken kimisi devletin nasıl ve kim tarafından yönetilmesi gerektiğini açıklamaya koyulmuştur. Bu gibi sorulara tarih boyunca düşünürler birçok farklı cevap vermiştir. Ama ne yazık ki hiçbir cevap siyasetin kemikleşmiş sorunlarına çözüm olmamıştır. Leslie Lipson’ın yazdığı “Politika Biliminin Temel Sorunları” kitabı tam da bu sorunları konu edinmektedir.             Lipson kitabında politika biliminin sorunlarını 5 ana başlıkta işlemiştir. Yazar ilk 3 ünitede (Siyasal Bilime Giriş, Bireyler, Gruplar ve Toplum, Devletin Kökeni) okuyucusunu asıl konuya ısındırmaktadır. İlk ünitede Siyasal Bilimin genel bir tarifi yapılmakta ve insana felsefi bir perspektiften bakılmaktadır. İkinci ünitede bir sosyal varlık olan insanın oluşturduğu gruplara, gruplar içinde ki işleyişe ve diğer gruplarla bir araya gelip toplumu nasıl oluşturduğu anlatılmaktadır. Üçüncü ünite ise devletin kökeni ile bazı siyaset bilimi kavramları (otorite, iktidar vb.) arasında ki ilişkiler incelemektedir.             Yazar 4. Üniteden itibaren tespit ettiği sorunları ikişer ünite halinde açıklamaktadır. Yazarın ilk tespit ettiği sorun “Yurttaşlığın kapsamının dar mı yoksa geniş olarak mı” yorumlanacağıdır. Bir insan nasıl yurttaş olur? Yurttaş olmak için gereken şartlar nelerdir? Kimin yurttaş olacağına kim karar veriyor? Bu gibi sorular geçmişten günümüze hep tartışılmıştır. Antik Yunanda yurttaş sadece erkeklerdi, Roma İmparatorluğu ise fethettiği yerlerde ki halkları da yurttaş olarak kabul etmişti. Orta çağ da ise devlete vergi veren hür kişiler ancak yurttaş sayılmıştı. Günümüzde de buna benzer sorunlar yaşanmakta ama tartışmanın çıkış noktasında bir değişme var. Eskiden yurttaş olacak ve olamayacak kişiler zenginlikleriyle belirlenirken şimdi ise zengin olsa dahi gerçek yurttaş sayılamama durumları var. Günümüzde de insanlar ten renkleri, düşünce yapıları, görünüşleri nedeniyle ötekileştiriliyor. Kâğıt üstünde yurttaş olarak gözükseler dahi oy kullanma, mülk edinme gibi yurttaşlara özgü ayrıcalıklardan faydalanamıyorlar. Kısacası Antik Yunan’dan günümüze kadar eşitsizlik form değiştirerek mevcudiyetini korumuştur.             Yazarın saptadığı ikinci sorun “Devletin görev alanı sınırlı mı olmalıdır yoksa sınırsız mı olmalıdır?”  Hıristiyanlık dininin Roma İmparatorluğunda resmi din olarak kabul edilmesinden sonra dini gücü temsil eden Katolik Kilisesi dünyevi iktidarlar karşısında üstün bir konuma geldi. Uzun yıllar boyunca Avrupalı devletler Papa’nın gölgesi altında yaşadılar. Fransa’da 4.Philip (Güzel) ve İngiltere’de ki 1.Edward (Uzun Bacaklı) Papa’nın bu büyük gücünü kırmayı başardılar. Bu tarihten itibaren krallıkların gücü papalığın gücünün aleyhine genişledi ve onun boşalttığı alanlara da nüfuz etti. Bu durum aslında ayrı bir sorunu da beraberinde getirmekteydi. Devlet topluma müdahale etmeli midir?  Klasik iktisat teorisinin çıkış noktası olan bu soru devletin müdahalesinin minimal düzeyde kalmasını savunmuştur. “Laissez Faire” olarak da adlandırılan bu yaklaşım uzunca bir süre uygulanmıştır ve kapitalizmi doğurmuştur. Marx’ın deyimiyle kapitalistlerin vahşice davranışı ezilen bir işçi/emekçi sınıfın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Marx bu eşitsizlik ortamına müdahale etmeyen devleti eleştirmiş ve emekçi sınıfın devrim yaparak eşitsizliğin sebebi sayılan devletin ortadan kaldırılacağını ifade etmiştir. Marx’ın öngörüsü doğru çıkmamıştır çünkü emekçi sınıf boş durmamış örgütlenmiştir ve bu örgütlenme devleti etkilemiş, devlette birçok sorunu çözmek için olaylara ağırlığını koymuş bazı müdahalelerde bulunmuştur. 2.Dünya Savaşı’ndan OPEC krizine kadar geçen sürede ise devlet piyasayı kontrolü altına almıştır. Krizden sonra ise yeni bir paradigma ortaya çıkmıştır: “Refah (Müdahaleci) Devlet”               Yazarın saptadığı üçüncü sorun ise “Otoritenin kaynağının” ne olduğudur. İnsanoğlu yurttaşı olduğu devlette ki monarka her zaman boyun eğmiştir. Peki bu monarkın otoritesi neye dayanmaktadır ya da bir monarka neden boyun eğilir? Tarih boyunca insanoğlu otoritesini dayandırdığı bir referans noktası her zaman bulmuştur. Kimi monark otoritesini kendinden daha yüce bir varlığa -Tanrı- kimisi ise soyuna dayandırmıştır. Otoritenin dayandığı bu temel referans noktaları uzunca bir süre monarkların ve soyluların egemenliğinin tartışılmaz olarak kabul edilmesine sebep olmuştur. Ama dünya değiştikçe referans noktaları da değişmiştir. Orta çağın egemen gücü kilise gücünü yitirmiş monarkların imdadına ise ulus-devlet yetişmiştir. Monark gücünü bulunduğu toplumdan almaya başlasa da aslında sorunlar düzelmemiş sadece şekil değiştirmiştir. Burada monarkın gücünü topluma dayandırması demokrasi değildir bu durum sadece meşruiyet dayanağının değişikliğidir. Amerikan Devrimi’ne kadar geçen sürede de hiçbir şekilde demokrasiden bahsedemeyiz. Çünkü; halk kendisini yönetecek azınlığı kendisi seçememiş, denetleyememiştir. İşte bu düzen birazda burjuvazinin desteği ile yıkılmış demokrasi düşüncesi modern bir kavram olarak ön plana çıkmıştır. Artık yönetici azınlık otoritesini halka dayandırmak zorunda kalmıştır. Otoritenin kaynağının halk olması, yönetici azınlığın belli kurallar ve sınırlar içinde kalması, hukukun üstünlüğünün benimsenmesi yönetilenlerin hürriyetine kavuşmasına sebep olmuştur.             Yazarın saptadığı dördüncü sorun ise “Otoritenin Örgütlenmesi” hakkındadır. Devletler yüzölçümlerine göre ve tabii ki hâkim siyasi kültürlerine göre gücü ve kamu hizmetini ya merkezde toplamışlar ya da yerel küçük otoritelerle belli oranda paylaşmışlardır. Dünya tarihinde çoğunlukla merkezi devletlerin hüküm sürdüğü ifade edilmiş olsa da bu çok da doğru bir söylem değildir. Devletlerin yüzölçümü onların idari teşkilatlarının yapısını da belirlemiştir. Roma, Osmanlı gibi imparatorluklar yayıldıkları alanın genişliğini de göz önüne aldığımızda merkezden yönetiminle yönetilebilecek devletler değillerdir. İngiltere’de ise durum bundan biraz daha farklıdır, Magna Carta’dan beridir güç ve hizmetlerin sunumu kralla lordlar arasında paylaşılmıştır. Devletler güvenlik sorunlarından dolayı feodal beylere bazı özerklikler tanımışlardır ama ulaşım ve iletişim ağının genişlemesi merkezi devleti güçlendirmiştir. Özellikle 1. Dünya Savaşı’nın sonunda kurulan bazı rejimler (faşizm, nazizm, komünizm) devletlerin demokrasiden uzak, tekçi (monist) ve hantal yapısını daha da belirginleştirmiştir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra artan nüfus ve demokratikleşme isteği devletin kendi mekanizmalarında da değişikliğe gitmesine sebep olmuştur. Günümüzün modern demokratik devleti; kuvvetler ayrılığına göre düzenlenmiş idari yapısı olan, hukukun üstünlüğünü savunan, efektif hizmet sunumunu önceleyen, çoğulcu ilkeleri barındıran devlettir. Devletin federal ya da üniter olması devleti demokratik yapmamaktadır. Nitekim İngiltere buna örnektir.             Yazarın son saptadığı sorun ise “Devletin boyutu ne olmalıdır?” Bu konu aslında modern bir sorundur. Çünkü; geçmişte devletin boyutunun sınırlı olması gerektiğini savunan kişilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu görüşü savunanlardan birisi de Aristo’ydu. O monarkın sesinin ulaştığı yere kadar olan kısmın devlet sayılması gerektiğini düşünmüştü. Tabii ki bu düşünce çok da rasyonel bir düşünce değildi. İnsanoğlu her zaman hükmettiği toprakları genişletmeye çalıştı bunu yaparken de hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadı. İşte bu durum dünyayı felakete sürükledi. Coğrafi Keşiflerden 1.Dünya Savaşı’na kadar geçen sürede devletler muazzam bir sömürgecilik yarışına tutuldu.               19. yüzyılın son çeyreğinde siyasi birliklerini tamamlayan İtalya ve Almanya’da bu yarışa katıldı. Sömürge topraklarının birçoğunun önceden kapılması ve daha fazla sömürülecek toprak aranması neticesinde devletler o zamana kadar görülmemiş büyük bir savaşa tutuldular. Savaşın bitiminde her şeyin daha güzel olacağını düşünen insanlar yaklaşık 20 yıl sonra bir dünya savaşı daha gördüler. Devletlerin arasında ki anlaşmazlıkları savaşa varmadan çözebilmeleri için bir mekanizmanın kurulması elzemdi. İşte bunun için “Milletler Cemiyeti” kuruldu. Artık devletler karşılaştıkları sorunları diplomasi ile halledebilecek bu da savaşları sona erdirecekti. Bu diplomasi dengesinin çalışabilmesi için ise BM Güvenlik Konseyi kurulmuştu.             Kitabın son bölümü olan 14.bölümde bu zamana kadar değindiğimiz tüm sorunlar ve konular güncel konular ışığında değerlendirilmiştir. Leslie Lipson’ın bu başyapıtı siyaset biliminin temel sorunlarına ışık tutmaktadır. Hala daha bu eserde sayılan sorunlarla yüzleşmekteyiz. Bunlara ek olarak iletişim çağının getirdiği diğer sorunlarla da karşı karşıyayız. Bundan 100 sene önce insanlar fikirlerini bu kadar kolay bir şekilde diğer insanlara ulaştıramıyordu. Bunu başarsa dahi fikirleri yöneticiler tarafından dikkate alınmıyordu. İletişim çağı bizim yöneticiler tarafından fark edilmemize isteklerimizin ve şikayetlerimizin yerine getirilmesine olanak sağlıyor. Tabi bu bizim lehimize olan güzel bir durum ama bu çağın bize getirdiği her şey lehimize mi olmakta? Aslında bu sorunun cevabı hayırdır. Eskiden yöneticilere ulaşmakta sorun yaşayan halk şimdilerde ise siber güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya. Yani bir sorunumuzu halletmişken yerine nur topu gibi yeni bir sorun çıkmakta. Kısacası devletlerin sorunları kolay kolay çözülebilen sorunlar değillerdir. Kaldı ki çözülen sorunların yerine hemen yeni bir tanesi gelmektedir. Sahi insan sorunlarını toplumla beraber çözdüğü için “sosyal bir hayvan” değil midir?                
Siyasetin Temel Sorunları
Siyasetin Temel SorunlarıLeslie Lipson · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 20053 okunma
·
90 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.