Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

144 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
4 günde okudu
Romanı şu ilgi çekici cümleyle okumaya başlıyoruz. "Onun iki masalı vardı. Biri kendisinindi ve başka kimse bilmezdi. Ötekini ise dedesi anlatmıştı ona. Sonra ikisi de yok olup gitti. Şimdi biz bunlardan söz edeceğiz.” Evet masalın biri Mümin Dede tarafından anlatılan boynuzlu ana geyik masalı, diğeri de çocuğun dürbünüyle gölde gördüğü beyaz gemiye ulaşma hayaliydi. Mutlaka bir balık olacak ve gemide çalışan babasının yanına gidecekti. Babasına dedesi ile yaşadıklarını, yaşadığı yeri, neler yaptığını en küçük detayına kadar anlatacaktı. Belki de babası onu alıp evine götürecekti. Nasıl bu özlemi hayatının en önemli yerinde duruyorsa, aynı şekilde dedesinin anlattığı geyik ananın masalı da onun için aynı öneme sahipti. Dedesinin aldığı okul çantası ve dürbünü, düşlerinin arkadaşıydı. Yaşadıklarını ve duygularını onlarla paylaşıyordu. Onu mutlu eden olaylardan birisi de okula başlamış olmasıydı. Yaşadığı köyde üç ev vardı: çok sevdiği Mümin Dedesi ile sevmediği ve öz olmayan ninesi ile birlikte yaşadıkları ev, çocuğu olmayan teyzesi ve kötü kocası Urazkul’un evi ve komşuları Gülcemal ile kocasının evi. Annesi ve babası ayrılarak onu dedeye bırakıp gitmişler. Mümin Dede sinir bozucu şekilde sessiz, hiçbir şeye sesini çıkarmayan, her şeyi kabul eden, bir o kadar çalışkan ve ezgin biri. İnsan romanı okudukça damadı Urazkul’a boyun eğişini, itiraz etmeyişinin sıkıntısını yaşıyor. Kızını, çocuğu olmuyor diye içip içip dövmesi ayrı bir işkence. Kızı da babasının olduğu gibi kocasının baskısına dayaklarına ses çıkarmadan boyun eğiyor. İnsan okudukça çileden çıkıyor. Yeter artık bir karşı gelin, artık Urazkul’un hak ettiği davranışı bir sergileyin diye bağırası geliyor. Mümin Dedenin çok iyi bir insan olması bana o çok sevdiğim Bertold Brecht’ın Madem İyisin şiirini hatırlattı. İnsanın bu denli iyi biri olmasının başta kendisine ve çok sevdiği insanlara nasıl zarar verdiğinin bir kez daha kanıtı gibiydi. Anladık iyisin, Ama neye yarıyor iyiliğin. Seni kimse satın alamaz, Eve düşen yıldırım da Satın alınmaz. Anladık dediğin dedik, Ama dediğin ne? Doğrusun, söylersin düşündüğünü, Ama düşündüğün ne? Yüreklisin, Kime karşı? Akıllısın, Yararı kime? Gözetmezsin kendi çıkarını, Peki gözettiğin kimin ki? Dostluğuna diyecek yok ya, Dostların kimler? Şimdi bizi iyi dinle: Düşmanımızsın sen bizim Dikeceğiz seni bir duvarın dibine Ama madem bir sürü iyi yönün var Dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine İyi tüfeklerden çıkan İyi kurşunlarla vuracağız seni. Sonra da gömeceğiz İyi bir kürekle İyi bir toprağa. Ve bu yapılması gereken davranışı çocuk hayalinde gerçekleştiriyor. Yaşanılan tüm olumsuz şeylerin karşısında kendi hayal dünyasında, hak edenlere hak ettiği cezayı vererek. Bence bu romanda çocuğun ismi özellikle verilmiyor. Çünkü çocuğun kendisi sembolleştirilmiş. Çocuk geleceği simgeliyor. Güzellikle, doğrulukla ve umutla özdeşleşiyor. Başlangıçtaki cümle gibi bitişteki cümlenin de romanın özünü verdiğini düşünüyorum. Roman, kötülüğün egemen olduğu bir sonla sonlandırılmış olsa bile aslında bu sonda, bu durumu kabul etmeyen bir çocuk var. Evet, umutsuz ve karamsar durumlarda bile zorda açan çiçekler gibi bir umut, bir aydınlık, bir ışık var. Tıpkı Paul Eluard’nın şiiri ve romanın son paragrafında anlatılanlar gibi… Hiçbir vakit tam karanlık değil gece Kendimde denemişim ben Kulak ver dinle Her acının sonunda Açık bir pencere vardır. Aydınlık bir pencere Hayal edilecek bir şey vardır Yerine getirilecek istek Doyurulacak açlık Cömert bir yürek Uzanmış açık bir el Canlı canlı bakan gözler vardır Bir yaşam vardır yaşam Bölüşülmeye hazır. “Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşmadığı her şeyi reddettin. İşte beni teselli eden budur. Bir başka tesellim daha var. İnsandaki çocuk vicdanı, tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez. Yeryüzünde bizi neler beklerse beklesin, insanoğlu doğdukça ve öldükçe, insanoğlu yaşadıkça, hak ve doğruluk denen şey de var olacaktır.” Sade ve akıcı bir dille yazılmış. Yaşanılanların, çocuğun dünyasından onun bakış açısıyla anlatılması romanı sevimlileştirmiş. Selvi Boylum Al Yazmalım’da ki gibi çekici bir anlatımı var. Doğa tasvirleri çok canlı. Anlatılan masallarda, insanların hayvan dünyasına ve doğaya nasıl zarar verdiğinin canlı bir örneği olmuş. Masal deyip geçmeyelim. Bir solukta okunacak bu romanın yazarı Cengiz Aytmatov 1928’de, Kırgızistan'ın Şeker Köyünde doğdu. Kırgızistan'da devlet adamı olan babası, 1938’de tutuklanarak kurşuna dizildi. Annesi Nagima Hamziyevna tiyatro aktristiydi. Sıkıntılı bir döneme denk gelen gençliğinde bir taraftan yeni yerleşmeye başlayan siyasî sistemle, bir taraftan da savaşla mücadele etmek zorunda kaldı. II. Dünya Savaşı tüm dünyada olduğu gibi SSCB ‘deki gençleri de etkiledi. Yetişkinlerin savaşta olmasından dolayı, gençler erken yaşta çalışmak zorunda kalınca, Çengiz Aytmatov’da On dört yaşında köyündeki sekreterlik de çalışmaya başladı. Burada tarım makinelerinin sayımı, vergi tahsildarlığı gibi işlerden sorumluydu. Daha sonra, Kazakistan'a giderek Veterinerlik Teknik Okulu'nda okudu. Tarım Enstitüsü'nde öğrenimine devam edip, 1956 -1958 yılları arasında da Moskova’da Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü'nde okudu. 1957 yılında Sovyet Yazarlar Birliği'ne üye olarak kabul edildi. Pravda gazetesinde yazmaya başladı. 1963'te Lenin Ödülü'nü aldı. Eserleri yüz elliyi aşkın dile çevrildi. 1990-1994 yıllarında büyükelçi olarak görev yaptı. Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel romanının film çekimleri için gittiği Rusya'nın Tataristan Cumhuriyeti'nde rahatsızlandı. Böbrek yetmezliği teşhisiyle tedavi için getirildiği Almanya'ya da 2008 tarihinde yaşamını yitirdi.
Beyaz Gemi
Beyaz GemiCengiz Aytmatov · Elips Kitap · 200670,2bin okunma
·
46 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.