Gürzdeki Güz'a
Gördüğümüz kadarıyla iktifa edişimiz, duyulan saygınlık adedince hürmet gösterişimiz, kafiye iştihası ile sarf-ı nazar edişimiz ve daha neyimiz ve neyimiz..
Böylece okurken şiirlerini ve "gönlümü put sanıp kıran kim" diye sorarken fütursuz, baltanın ne olduğunu ve gönül putunu düşünmedik.
"Şiir, şairin muhbiridir" demiştim halbuki ve seni senden ve şiirinden tecrid etmemiştim.
Seni tanımazdan evvel, hislerin şairi olduğunu ve şiirinin sanatlı söylencelerden ibaret olduğunu düşünmekle düşmüştüm gaflete.
Yine de yüreğim müsterih. Zira "mistik şair" diyerek geçiştirmekten tenzih ederken kendimi, anda zamanı, zerrede kainatı görebilme iştiyakınla muhayyilene hücum eden üryan kelimelerin ipe serilen un olduğunu kabul etmiyorum. Edebiyatın nobran kıldığı kükürtlü ve kemik gözlüklü zevatın söylevlerine iştirak edip; Yahya Kemal ile mukayeseye tâbi tutmuyorum seni.
Doğumun, yurdun çatırdayan ve kıyım kıyım kıyılan yıllarına tekabül ediyorken, ilk şiirlerinin doğumundaki takvim o yıllara rahmet okutuyordu.
Şiir söylüyorduk. İşte şiirin doğmuştu ve sen onların sol kulağına gazel, sağ kulağına rubai okumuştun ve bu duyulmuştu.
Ama artık alıcısı yoktu onların. İlk defa bir ülke, her cihetiyle çöküyordu. Şiiriyle ve edebiyatıyla çöküyordu. Sonra bir dehşete tanık olmuştun..
Rejimin takunyası olmak için doğan ve ortaya atılan kalantor takımı, lirik ağlarla örmüştü anayurdu dört baştan.
Senin dimağında kopan fırtınalar, ruhuna temas ettikçe ve kıble rüzgarları keşişlemeyle zevc olup estikçe; "Yeni bir şey! Kadim ama yeni bir şey! Aramak.. Bulmak için değil, istikamet üzre olmak için aramak!" dercesine didiniyordun ve deliriyordun. Paris seni zedelememişti. Fransızcaya olan hakimiyetin,
şiirinde yer etmiyordu bir türlü. Deniyordun, fakat garp seni yadırgıyordu. Artık gazeli ve rubaileri terk etmiştin. Farsça biliyor oluşun, Sanskeritçe okuyuşun ve her şeyden öte; şarklı oluşun.. Sezmek için sezgiyi kavrayabilmek için seni revan ediyordu yola. Bir tuhaftın, tuhaf şeyler yazıyordun. Mevlevihane'de teneffüs ettiğin hava soluğundaki latif teslimiyeti ehlileştirdikçe, bir
musîki hücum ediyordu her zerrene. "Kainat!" diyordun.. "Ey kainat! neysin sen?" 50 milyon yıl evvel, henüz bir trilobitken duyduğun o melâl, 50 milyon yıl sonrasına hazırlıyordu seni.
Sende tamam olan o endemik teçhizat, söyle bana, neydi? İkimiz de meczubuz. Kaygı nedir bilmeyiz kula karşı, ekemeğe ve aşa karşı. Tımarhaneler tımar edemez bizi. Deliler bizi akil kılacak akla sahipken, akiller bizden dahaca zırdeli. Emin olan biziz, ben sana karşı emin olan kişiyim; söyle bana o muhteşem gizi!
Şöhretini istemiyorum ve fakat bunca şair zevat arasında, bir tek senin şöhretine imreniyorum. Dergilerde boy boy fotoğrafın vardı ve hepsinde aynı ser-levha; "Bu adam bir deli!"
Hımbıl endamının tombul ve aheste bakışlarına olan uyumu, kukumav kuşlarının pekgözlü ve ipek tüylü duruşuyla yarışıyorken; ne afilliydi o alçak karikatürlere cevabın! O cevap ki; Sukunetle verilmişti.
Şair ıngaası vardır bilirsin. Şair ıngaası; "beni anlamıyorlar" ile gerçekleşir. Bu kaide sende buluyor istisnasını. Çünkü sen, anlamaya çalışıyorken önemsiz buluyorsun anlaşılmayı.
"kim olduğunu bilmek istemiyorum/yalnız etrafında nefes almalıyım" dediğinde ben; kim olduğumu bilmek istemiyordum ve yalnızca bir yörüngede nefes almayı arzuluyordum.
Bence aynı hizada duran insanların hizasında saf tutmamak, hazır olan imama karşı ve cemiyete karşı nifak sunmak olmazdı bizim için. Fasık gitmezdik böylece. Hayır, Merâ'dan bahsetmeyeceğim.
"Alim nasıl görünen, maddeden ibaret olduğu sandığı kainatın sırlarını izaha çalışıyorsa, sanatkar da kendi zaviyesinden kainatın izahını yapma sevdasında olmalıdır." cümlesindeki fiyakan, zaviyene gizlenen
(belki ıslak paltona, bilmiyorum) kainat anlayışın, şiirinde buluyor izahını. "her sabah nafakamı getirir bir kuş/nereye kaçmalıyım o kuşun elinden?" İşte bu mısra, bu sual; hülasa ediyor sende kainatı.
Çünkü senin ve benim, şüphe yok ki hepimizin nafakası "kaygı"dır. Bu kaygı sende ve bende farklılık gösteriyorken, hepimiz için aynı şeyi teşkil ediyor olabilir. Peki ya o kuş? O kuş değil mi ki kaderimiz?
En büyük nasibimiz, yani kaderimiz.. Nereye kaçmalıyız o kuşun elinden? Ey Asaf! Ey hâletinden müşteki olmaktan hicap duyan! Ey celeb, soluğumuzu soluksuzluğa celbeden tüccar! Şad olsun aziz ruhun.
***
Asaf Halet Çelebi'nin şiire yaklaşımı, dünyaya olan mesafesiyle paralel. Laf-ı güzaf olarak gelebilir sizlere. Zira bu durum birçok şair için böyledir. Fakat dünya ve mesafe mefhumları, hiçbir şairde Asaf Halet kadar anlam süngüsüyle deşilmemiştir. Ararken de savarken de tertibe ve nizama riayet etme mesuliyeti vardır onun. Hem Mevlevihane'den aldığı terbiye, hem musîkiden öğrendiği usül, aksine mahal bırakmaz.
Sanatı ciddiye alır zatı. Hasseten şiir sanatı. Onun için şiirdeki anlam giriftkâr bir hüviyete sahiptir. Nitekim kendisi şöyle der; "Anlam izafi bir mefhumdur. Şiirde vuzuh, şairin kudretine olduğu kadar, okuyucunun ruh imkanına, anlayışına, irfanına ve hün-ü niyetine bağlı bir keyfiyettir. "
Şiirin müşahhas malzemelerle mücerret bir alem doğuruyor oluşu, şiirini inşa edişindeki merkezi düşüncedir. Söylerken yalındır. Okurken takılmak ve tökezlemek (Sanskeritçe bercesteleri istisna) neredeyse imkansız.
Onu okumaktan ve mütalaa etmekten muhteşem bir haz aldığımı itirafa mecburum. Okuyarak tanımak veya tanıyarak okumak, bence bir şiirin esaslı okuma metodudur. Şiire anlamı yalnızca şairiyle beraber verebilirsiniz.
Şiire anlam yükleme uğraşı; biliyorum ki genel bir kanaatle beyhudedir. Meraklısına demiyorum; emekdarına söylüyorum. Öyle ki yalvarıyorum..
Bana her sabah nafakamı getiren o kuştan, şimdilik bu şiire kaçıyorum;
Vakit geldi kunâla
dünyayı göreli çok oldu
tam kırk yılda seni buldum kunâla
bu can tenden geçmeden
bu dünyadan göçmeden
bir kerecik sevmek çok değil
simsiyah saçların var kunâla
kemiklerine yapışık etlerin var
birgün dökülecek
kunâla kuşu gibi gözlerin var
birgün sönecek
kunâla
bu etlerin arkasında güzelliklerin var
benden başka kimse bilmeyecek
bu can içimde kuştur kunâla
seni görünce titrer
bu can gözümde mahabbettir kunâla
seni görünce yanar
bu can burnumda soluk olur kunâla
uçar gider
bu can benden geçmeden
bu dünyadan göçmeden
bir tek seni sevmek çok değil
***
Öpüp kuşları alnımıza koyacağımız o günlerin ümidi ve bize sebatı öğretecek şerefli bir vasıtanın yörüngesinde yaşama ihtimaliyle..