Jack London'un bizzat kendi gözlemleri ile yazmış olduğu kitabı Uçurum İnsanları birçok gerçeği gözler önüne seriyor. 1900'lü yılların Londra'sını "uçuruma inerek" anlatan London yine ustalığını sergiliyor. Gerek yazılış amacıyla, gerekse de korkusuz kalemiyle. Öncelikle nedir bu Uçurum İnsanları, diyerek başlayalım.
Uçurum İnsanları, 1900'lü yılların Londra'sındaki fakir ve 'görünmez' olan halktır. İki bölgeden oluşur o yıllarda Londra; Batı Yakası ve Doğu Yakası. Batı Yakası zengin kesimin yaşadığı bölge iken Doğu Yakası da tam aksine, sefalet içinde yaşamaya çalışan evsiz, fakir, yardıma muhtaç, ağır işlerde çalıştırılan ve toplumca 'yararsız' damgası yemiş insanların hayata tutunmaya çalıştıkları, yazarın "uçurum" olarak tanımladığı bölgedir. Jack London başta da söylediğim gibi bir şekilde bu toplum yapısına kamufle olmuş şekilde o halkın arasına karışır. Amacı hem gözlem yapmaktır hem de bunları tüm dünyaya duyurmak, açıklamaktır (Belki de bu eserinin diğer eserleri kadar yankı bulamamasının sebebi de budur; doğruları açıklamak). Üzerine eski denizci kıyafetleri bulup "uçurum"a iner ve çoğu şey hakkında tecrübe sahibi olur.
Doğu Yakası'nda yaşayan (buna ne kadar yaşamak denir?) insanlar neler çekmiyor ki. Sefalet içinde 'bırakılmış' insanların hayatları gerçekten çok acı. İnanın okurken insanın içi burkuluyor. Uçurum insanlarının hayata boşvermişliği anlatılıyor örneğin: Hayatlarının amacı yalnızca "o gün hayatta kalmak" olunca insanların, büyük bir boşluğa düşüyorlar. Dolayısıyla bir gün bu sefillik içinden kurtulacaklarına dair inançları kalmıyor. Çoğu en sonunda ya düşkünler evinde ölüp gideceğini, ya da delireceğini düşünüyor bu insanların. İstemli ya da istemsiz.
Üstelik toplumun ve toplumun belirli kuruluşlarının da kendi sorumluluklarını yine onların üstüne atmaları da ayrı bir acı verici durum. Şöyle ki, eğer biri sefaletten ya da yokluktan öldüyse bunu ölen kişinin üstüne atarlar. "Çalışıp kazansaydı" derler. Üstelik bu suçlama durumunda da yaşanılan 'rahatlamaya' mahkumdur toplum. Oysa ki suç tüm toplumda aranmalıdır. Suç sistemde, yönetimde aranmalıdır. İnsanları makine yerine koyup, sağlığını hiçe sayıp sadece para denilen kavram için çalıştıran kişilerde aranmalıdır suç. Kitapta anlatılan sistem öylesine çarpıcıdır ki parasız insanlara yine para cezaları vermeleri, tüm bu sefalete dayanamayıp kendini öldürmeye teşebbüs edip de başarılı olamayanlara da ceza vermesi ayrı bir ironidir. Öyle ki, hayatlarını 'kendilerini öldürmesine izin vermeyecek kadar önemseyen' devlet bu sefer de onların hayatlarını kendi sömürmekte, söndürmektedir.
Kitapta beni etkileyen birkaç bölümü paylaşmak istiyorum, bunun kitap hakkında da bir tanıtım olacağı kanaatindeyim: O zamanlar havagazı saati denilen sistemler mevcuttu; fatura yatırılması karşılığında evlere belirli miktar gaz veren cihazlar. Fatura ödeyemeyen bir uçurum ailesi anlatılıyor örneğin. Havagazı saatine cihaz yerleştiren bir aile. Hayır kaçak olarak kullanmıyorlar, bu cihaz gazı, belirli bir miktar para atılması karşılığında veriyor. O cihaza dahi kimi zamanlar para atamayacak durumda olan aile, şanslı oldukları zamanlar o cihaza birkaç peni atıp yemeklerini ısıtabiliyor. Ama bu işlem bile yarım yamalak oluyor; bir peni karşılığında verilen gaz çok az olduğundan yemeklerin çoğu yarı pişmiş yeniliyor evde. Buradan neye varabiliriz? Uçurum insanlarının dürüstlüğüne. Onu sömüren devlete karşı yine de hile yapmıyor, onlar o aileye karşı her türlü hileye başvurur iken.
Günün kimi saatleri sokakta yatmalarına dahi izin verilmeyen uçurum insanlarının çoğu da fazla zorluk çekmemek adına yaşlanmadan ölmeyi isteyecek kadar umutsuz haldeler. Düşünebiliyor musunuz, zorluk çekmemek için yaşamayı istemeyecek kadar sefil halde bulunan insanlar... Öyle aileler, insanlar anlatılıyor ki okurken zorluk çekiyorsunuz. Yağmur yağdığı için bir köprünün altına sığınıp orada uyumak isteyen bir uçurum insanını kovalıyor oradaki polis. O da polise şöyle diyor "Ne o? Yoksa Tanrı'nın belası köprüyü çalacağımı mı sandın?"
Kitaptaki tek kötü yön çok fazla rakamsal bilgi ve gazete haberi verilmesi bana göre. Ama orada yaşananlar bu gibi somut gerçekler olmadan da nasıl anlatılabilirdi ki, diye de sormuyor değilim kendi kendime. Her dört yetişkinden birinin halkın yardımına muhtaç halde öldüğünü söylüyor London. Düşkünler evinde, hastanede ya da tımarhanede meydana geliyor bu ölümler. Aslında, kitap hakkında saatlerce konuşulabilir fakat çok uzatmak istemiyorum. Daha birçok şey anlatılıyor, para uğruna verilemeyecek fedakarlıklar vermek zorunda kalan insanlar; kadın veya erkek. İşçi olarak girdiği fabrikada bacaklarını kaybettikten sonra 'susma' parası alan insanlar. Zor iş koşulları nedeniyle on yedi - on sekiz yaşlarında ölen kızlar, çalmanın anlamını bilmeden, hayatta kalmak uğruna çalmak zorunda kalan ve sonra yakalanan oğlanlar. Bir kesim tarafından unutulunca rahatlanılan insanlar; uçurum insanları.
Okunası bir eser Uçurum İnsanları. Bazı gerçekleri insanın gözleri önünde açıklayan korkusuz bir kitap. Yazarı gibi kitabı da öyle. Son olarak bir alıntı ile incelememe son veriyorum. Uçurumda olmayışımız, onları görmemizi engelleyemez zannımca, onları unutmayalım.
"Çaldığı parayı ne şeker, ne kek almak ne de eğlenmek için harcamıştı; sadece yiyecek almıştı.
'Peki neden kadından yiyecek istemedin?' diye sordu hakim, ses tonunda burukluk vardı. 'Eminim ki sana yiyecek bir şeyler verirdi.'
Çocuğun cevabı, 'Eğer kadından yiyecek isteseydim, beni dilencilikten içeri atarlardı.' oldu."