Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

·
Puan vermedi
Alatlı ile Marias: Yaseminler Tüter Mi?
“Yumurta da taşın üstüne düşse, taş da yumurtanın üstüne düşse, olan yumurtaya olur.”    Kıbrıs Rum Atasözü ile başlayan Alev Alatlı’nın 1985 basımlı romanı “Yaseminler Tüter Mi Hâlâ?", Eleni Kio Marias isimli bir kızın hayat hikayesine yer verir.  Eleni’nin hayatı tüm canlılığı ile okuyucuya sunulurken, italik yazılı vakanüvisler eliyle Kıbrıs’ın 50’li 60’lı yıllardaki tarihi vakıaları bir dip akıntısı gibi seyrini devam ettirir.    ESERİN KONUSU     Kıbrıs’ın bir köyünde yaşarken, on iki yaşında Girne’de bir Rum aileye evlatlık verilen Eleni, kayıtsız şartsız hizmet etme karşılığında sahiplenilir. On beş yaşına geldiğinde mavi gözlü, beyaz tenli güzel bir genç kız olmuştur. Bu, evdeki herkesin dikkatini çekmektedir.    Bir gece evin beyi Mikalis Menas tarafından tecavüze uğrar. Suçunun cezası olarak  önce babasından ölümcül bir dayak yer, sonra da Lefkoşa’daki yaşlı ve meczup teyzenin insafına terk edilir. Bu karanlık, basık ve pislik içerisindeki evde dört yıl geçirir Eleni. Sessiz, itirazsız, yok hükmünde, yaşadığı çöplüğü eve dönüştürmeye çalışarak geçer zaman.     Mahallede aynı zamanda Türkler de ikamet etmektedir. Eleni, bölgenin diğer kadınları gibi su doldurmaya gittiği çeşmenin yolunda Arif’in kendini görüp beğenmesiyle “Naciye” olduğu yeni hayatına adım atar. Hizmet ehli, güleryüzlü, kanaatkar ve sevecen cira gelini, yeni ailesi pek sever. Beş yıllık mutlu evliliğinde eşine verdiği dört evlat, bir iftiranın mazlumu olmaktan kurtaramaz Naciye’yi. Elinde bavulu, bir daha asla göremeyeceği evlatlarını geride bırakarak, kocasının kapı dışarı ettiği evine baka baka Kıbrıs Rum tarafına geçer.     Uzunca süre, bir İngiliz ailenin çocuklarına bakıcılık yapar.  Hayat hikayesine dair tek söz etmemesi, onu tekrar “Eleni” yapar.    İngiliz ailenin Yunanistan’a göç etmesi, Eleni’nin yeni yaşam alanını oluşturur.  Sessiz bir uzantı gibi, Yunanistan’da, aileye ve çocuklarına hizmet ederek günlerini geçirmeye başlar.    Pire’de lokantacı olan Giritli Glafkos ile ikinci evliliğini yine sessiz sedasız yapar Eleni Naciye. Çocuklarının hasreti ve kederi içinde büyürken, yine pürsükuttur.    Bir kız çocuğunun dünyaya gelmesiyle, evlilikleri neşeli bir şarkıya dönüşür.     Eleni Naciye, bir gün, iki yaşına gelmiş küçük kızlarını babasının lokantasına getirdiği sırada, Onu Kıbrıs’ta yaşadığı dönemden tanıyan bir müşteri tarafından, “daha evvel bir Türk ile evli olduğu” kocasına aşikar edilir.    Türklere olan kini, Glafkos’a karısını sorgusuz sualsiz öldürmesi için sadece on beş dakika tanıyacaktır. Eleni Naciye sessiz gelip mazlum gittiği dünyaya veda ederken Kelime-i Şehadet’i getirir ve eliyle son haçını çıkarmayı başarır.    Romanın arka fonunda, Kıbrıs’ın 50’li yıllarındaki toplumsal ve siyasi hadiseler yer alır. EOKA örgütünün kuruluşu, sivil Türklere yapılan saldırılar, Türklerin Kıbrıs Mukavemet Teşkilat’ını kurması, 379 yıl sonra Ada’ya Türk askerinin gelişi anlatılmaktadır.    ESERDEKİ TEMALAR     Kitabın ana karakteri, bir Kıbrıs Rum köylüsünün kızı olan Eleni Kio Morias’tır. Zayıf, çelimsiz, sıska yapısı yanında, on iki yaşında olduğunu öğrendiğimiz Eleni, henüz ergenliğinin/kendi varlığının farkındalığı ve birey olma yolculuğunun eşiğine yaklaşamadan, zengin bir aileye evlatlık olarak verildiğinde, kişiliğinin yok sayılarak hecümerç edilmesiyle, varlığını gösteremeden silikleşmiş/sinmiştir. Öğrendiği tek şey; “hizmet” üzere olmanın kendini koruyup barındırılmasına paye oluşturacağı olgusu/algısıdır.    “İçkiden uzak durduğu ender gecelerinden birinde, önce Maria İolanti’nin odasına uğradı Mikalis Menas, birkaç dakika kaldı, oradan Eleni’ye geldi, Bir şey istediğini, ya da unuttuğunun sanan, uyku sersemi kıza:    ‘ Çekil öteeye! ’ dedi kısaca.    “…Gönlü olmadan iş görmeye alışık insanların dayanıklılığı ile göğüsledi olayı. Başına gelen gündelik görevlerinden biriydi sanki. Maria’nın mahrem yerlerine ağda yakarken duyduğu utançtan daha fazlasını da duymadı. Hanımının bunca görevini devraldıktan sonra, bu son olayı da onlara eklenmiş varsaydı. Üstelik hanımı yan odadaydı, hastaydı ve Eleni’nin Mikalis’i onun gönderdiğinden şüphesi yoktu.    Adam horlayıp horlayıp da, aniden fırlayıp kalktığında, sadece yorgundu Eleni. Belki de, yorumlamaya olanak sağlayacak ussal donanımdan da yoksun olduğundan, yapmak istediği tek şey, uyumaktı.” (sf, 64)    “… Hiç bağırmadı Maria İolanti. Hatta hiç konuşmadı Eleni’yle. Ama, elini de hiçbir şeye sürdürmedi. Eleni’nin, hizmetinin bilinçle ve kararlılıkla red edildiğini fark etmesi saatler aldı.    … Eleni cüzzamlı gibiydi neye elini atsa, biri ya da diğeri, kaptığı gibi temizledi, yerine koydu. Bütün bu hummalı faaliyet süresince, tek bir kelime edilmedi.” (sf, 65)    Eleni, efendisi odaya girdiğinde sesini çıkarmadı, on beş yaşındaydı. Melas’ın, kendi mahremiyetine müdahil olmasını hizmetin bir parçası gibi algıladı, hiç itiraz etmedi, sesini çıkarmadı. Eğer çığlık atmış olsaydı da yine o suçlu ve edepsiz olan olacaktı.     Bugün bizim toplumumuzda dahi, hangi kız taciz veya tecavüze uğramamış olsun ki insanların pek çoğu “kuyruğunu sallamasaydı böyle olmazdı” demesin.    Toplumun genel reaksiyonundan çıkartılan durum odur ki; toplumsal algı zayıfın karşısında, güçlünün yanında yer almaktadır.     Eleni; zayıf, güçsüz, tesirsizdir.     Mikalis Menas; Girne Rum mahallesinin zengin, güçlü, etkili bir yerel faktörüdür.     Bazı gerçeklikleri hayat dinamikleri, kahramanlar, olaylar, kıssa kültürü üzerinden anlatmak okuyan ve düşünen insanda sıradanlık mülahazası uyandırır.    Gerçeği insan üzerinden anlatmak neden kişiye basit gelir? Çünkü bilgi ile hayat ayrışıp bilgi yalnız kaldığında daha güçlüdür. Yani insan, yine güçlü olanın yanında yer almaktadır.     Bilgi ile hayatı, birbirlerini tanımlaması, anlamlandırması ve hayat bulması için birbirleri arasında geçişken kılmak gerekmektedir. Oysa insan, bilginin hayatla bağının kurularak anlatımından hoşnut olmaz. Bilgini gücünün azalmasına razı olmak kolay değildir.     “ Halo Dayı kamburunu doğrulttu. Tahta kapıya yönelmeden önce düzeltti fesini dikkatle.”    “Şefikanım, Şefikanım!” diye seslendi, “gelinini getirdik sanga!”   Beşi birden daldılar avluya. Şefika Hanım, bahçeni derinliklerinde, sırtı kapıya dönük, bir şeylerin dibini çapalıyordu.   “Uh?”    Geri döndü. Ağabeyini görünce de pek sevindi.    “Eh, hoş gelmişsiniz be guzum” koştu, sarılmak için.    “Sana gelinini getirdik.” dedi Halo Dayı yeniden.    “Uh? Gelinim?”    “Gelinindir bu gızcağız senin be Şefikanım!”    Peyker Hanım tuttu, Eleni’yi kolundan, ortaya çıkardı.     “Eh, hangi oğulcuğumu almıştır be guzum? ” Şaşkın dikildi Şerife Hanım. “Yoksa Arif’tir? O dün gece gelmediydi.”    “Arif’tir ya!”    Beğenmek niyetiyle süzdü Eleni’yi.     “E güzelciktir, gelinim be guzum!”    “Güzeldir, ya!” dedi, Halo Dayı.    “Neden söylemedi banga?” dedi Şefika Hanım, Eleni’ye doğru yürüyerek.     “Gaçırdı be gızı. Çekmiştir bubasına!”    “E? Ne vardı gaçıracak tazeciği? Allah’ın emriyle ister idik!”    “Git, elini öp!” Fısıldadı, berberin büyük kızı Eleni’ye. Eleni davrandı.     “E mesut olasın be gızım!” İki yanağından öptü.     Romanda, Türkler üzerinde tesiri yüksek bir yeri olan kayınvalide figürü, son derece olumlu yapısıyla dikkat çekmektedir. Ana, sahip çıkan, kollayan, eksiğini tamamlayan, merhametli bir yapıdır bu.      “Şefika Hanım Arif’in yanına yanaştı.”     “Akşam okunacak be Arif’im. Gelindir namaz kılsa sevap olur. Bilir mi, gılsın?”    “Daha kelimeyi şehadeti yeni belledi be ana!”    “Ben gösteririm onga!” Gelinine seslendi.     “Gel Naciye gızım, sanga öğreteyim abdest alasın.”    Ezan yalağın başına geldiklerinde başladı.     Şefika Hanım dinlemesini işaret etti Naciye’ye, bir de tas uzattı.     “Şimdi dökesin suyu banga.”    Ellerini bileklerine kadar yıkadı. Sonra uzandı, tası aldı Naciye’nin elinden. Bu kez de o döktü, Naciye yıkasın diye ellerini.     Naciye yemek için yıkanıyorlar sanmış olmalydı. “Efkharisto!” dedi.     “Ohi, ohi!  Abdest, abdest!” dedi, Şefika Hanım. Tekrar işaret etti ezanı dinlemesini. Naciye anlar gibi oldu. Bir daha yıkadı ellerini, kayınvalidesini izlemeye koyuldu. Ağzına ve burnuna su çekti kadın. Çekerken de parmakları ile saydı. “Bir, iki, üç!” dedi. “Ne! Evet!” dedi. Naciye. Tekrarladı, suları burnuna kaçırdı bu kez. Hapşırmaya başladı. “Yok, böyle! Böyle… Şefika Hanı küçük küçük nefesler aldı. “Ne!” dedi Naciye yeniden.  Gözlerinden yaş geldi. Yaşlar dinsin diye beklediler, yeniden başladılar. “Bir, iki, üç!” yüzler yıkandı. Sonra sağ ve sol kollar yakamoz yaptı yalakta. Naciye en çok ayak yıkama tarafını sevdi işin.” (sf, 115, 116)    Romanda son derece olumlu bir figür olarak karşımıza çıkan Şefika Hanım, Eleni Naciye’nin, dini kayınvalidesi üzerinden anlamasının nedenidir. Bu, anlatılan değil; abdest aldıran bir dindir. Hal ile ikame edilen bir din.     “Gördüklerini bir nefeste anlattı. Kardeşi değildi yüreğine indirdiği, bir insan da değildi, sadece bir kavramdı ve kavramların yüreği varsa da Cemil bilmezdi.     Hiç soru sormadı Arif. Kanıt istemedi. Bembeyaz baktı, sallandı.     … Dördüncü günün sabahında uğradıklarında, dükkanın kepenkleri yarıya kadar açıktı, ama bu kez de Arif yoktu. Kasa boşalmıştı, ortalık boş şişeden geçilmiyordu. Aramalar fayda etmedi.”    Kayınvalidenin gönül genişliği, gelinine dair tüm söylenti, dedikodu ve ayıplamalara rağmen, oğlu Arif’in eve dönme süreci olan üç ay boyunca, Eleni’yi evinde ve evlatlarının başında tutmasını sağlamıştır.  Şefika Hanım’ın durduğu yer, ameli bir din algısıdır. Reel ve insaflı bir algıdır bu. Dini insandan öğrenmek amelidir.  Kayınvalide de çok ciddi hal dili ve gönül genişliği bariz şekilde kendini belli etmektedir.    Eleni Naciye’in kocası Arif, karısını öldürmemek için kendine direnmiştir. Ilıman Kıbrıs/Akdeniz ikliminin yetiştirdiği yumuşak insan mizacı, merhametli bir annenin ellerinde büyümüş olmak, Arif’e karısını öldürtmemiş, evinden gönderirken de bir miktar para bırakmıştır Naciye’nin ellerine.    Toplumsal algıda “biz” olgusu ağır basarken “birey” yok edilir.  Ortak bünyenin kutsandığı, birinin diğeri olmadan yaşayamayacağı, en zayıf kanadın bile “bize” atıf yaparak kendini güçlendirdiği toplum yapılarında “ben” bastırılır, güvenliği söz konusu edilerek özgürlüğü ve iradesi hiç edilir.    VAKANÜVİSLER     Romanın ara formunda vakanüvisler eliyle verilen Kıbrıs Tarihçesi, büyük toplumsal olayların, bireylerin tüm yaşamlarını nasıl etkilediğini göstermektedir.    1571 yılında Venedikliler’den alınan ve 307 yıl Osmanlı hakimiyeti altında kalan Kıbrıs’ın yönetimi 1878’de, hükümranlık hakkı Osmanlı’da kalmak kaydıyla İngilizlere bırakılmıştır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere’nin ayrı saflarda yer almasının da bir sonucu olarak, İngiltere 1914’te tek taraflı bir kararla adayı ilhak etmiştir. İngiltere, Lozan Antlaşması’nda (1923) Türkiye’ye baskı yaparak Ada üzerinde egemenliğini kurmuştur.    1931’den sonra Kıbrıslı Rumlar Yunanistan’la birleşme taleplerini yoğunlaştırmıştır.  Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştirilerek, tamamen bir “Elen” adası haline getirilmesi şeklinde özetlenebilecek olan “ENOSİS” kampanyasına, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hız verilmiştir. Yunanistan’dan gelen Albay Grivas 1955 yılında “EOKA” terör örgütünü kurmuş ve Ada’daki şiddet eylemleri giderek artmıştır. 1955 - 1958 yılları aralığında Kıbrıslı Türkler 33 karma köyü terk etmek zorunda kalmışlardır.     “Kıbrıs Cumhuriyeti”, adanın iki halkı arasında ortaklık temeline dayandırılan uluslararası antlaşmalar uyarınca 1960 yılında kurulmuştur.     16 Ağustos 1960 günü, tam 379 yıl sonra Türk askerleri adaya gelmişlerdir. Kitapta, Türk askerlerinin gelişinin, Ada Türk yapısı üzerinde nasıl duygusal ve sosyal değişimler/dönüşümler yarattığına değinilmektedir.    Zamanın Kıbrıs Rum Başbakanı Makarios, Rum halkını 21 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıs Türk toplumuna karşı kapsamlı ve sistematik saldırılar düzenlemesi için örgütlemiştir. Kıbrıslı Türkler devlet kurumlarından uzaklaştırılmış, halk devamlı surette tahkir ve tehdide maruz bırakılmıştır.     Makarios önderliğindeki 1963 “Kanlı Noel” olaylarından sonra, 27 Aralık 1963’te üç garantör ülkenin askerlerinden oluşan bir “Barış Koruma Kuvveti” oluşturulmuştur.     Yazar, Kıbrıs tarihini Eleni Naciye’nin yaşamı paralelinde 1960’lı yıllarda bırakmış, son Vakanüvis ise 1967’de Eleni’nin ölüm haberini geçmiştir kayıtlara:     “Phillipo Stavridis, polis muhabiri    Sağcı Mesimivrini Gazetesi     14 Ekim 1967, Atina     CASUS MU DEĞİL Mİ?    Büyük Hellas Lokantası’nın sahibi, Glafkos Fruksidis, beş yıllık eşini öldürdü! Aslen Kıbrıslı olan karısının Türk casusu olmasından kuşkulanan Glafkos Strambouli, “Onu çok sevmiştim. Geçmişiyle ilgili hiçbir şey bilmiyordum…” diye ağladı. Talihsiz babanın bir de iki yaşında…” Yaseminler Tüter mi, Hâlâ? Alev Alatlı Türkçe · Everest Yayınları · Mayıs 2016 · 225 sayfa Ağrı Okuma Grubu
Yaseminler Tüter mi, Hâlâ?
Yaseminler Tüter mi, Hâlâ?Alev Alatlı · Everest Yayınları · 2020413 okunma
·
615 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.