Gönderi

198 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
Okunan her kitap iz bırakırmış insanların gönlünde.. Okunan her kitap alırmış insanı ve sürüklermiş hiç gidemediği diyarlara.. Bir kitap ki sormayın dostlar. Bir kitap ki okumak için önce düşünebilmek gerekir. Çok uzun süredir kendim içinde büyüyen bir yalnızlık var. Bir boşluk var. Şule Gürbüzde de var belli ki. Ya da yazarlığının Allah vergisi yeteneğiyle gönüllere dokunmayı iyi biliyor. Biliyor ki satırlarında “iyi ki” diyebildim”.. Genç olmak yaşlıların imrendiği bir ilkbahar mı? Bunu yazarımız gibi ben de çok sorgulardım.. Büyüdüğünde mi büyür insan yoksa acı çekmeye başladığında mı? Belli ki yazarımız genç olmakla erememiş mutluluğa. Çünkü gençken istisnasız her gün ölebiliyor insan. Sormuş yazar okuyucuya; “Dans edene genç denir mi? Gülüp eğlenene, o havuza girene? İştahla oturmuş yiyene, çocuklara gülümseyene? Ders ve ibret bilene, hikmetli söz dinleyene? Genç denir mi geceyi sevmeyene, Sağını soluna oturtup bir temiz dövmeyene? Genç denir mi gençliğini şiire ve karanlık meyhanelere gömmeyene? Gömdüğü nedir bilmeyene, gömüp geri dönmeyene, mezarını bilmeyene Genç denir mi siste yürüyüp kaybolmayana, Kendini görüp irkilmeyene? Genç olduğunu bilene Diriyi bırakıp ölüyü sırtlayıp gelmeyene Kendi gençliğini vurup öldürmeyene Genç denir mi?” Bu kitabın derinliğinde özgürlüğü tattım ben.. Bir kuş olamasam da kuş gibi özgür hissetmeyi öğrenmeye başladım. Bir deniz olamasam da kendimin ne kadar derin olduğunu görmeye başladım. Kendimle baş başa kaldım ve kendimle ne kadar kalabalık olduğumu gördüm. Şule Hanımın da gönlüne yerleşen aşkıyla üzerine bir horgörü oturuşu gibi… İçine bakmaya alışması, içinde çok fazla kalabalık görmesi, görüpte bir şey yapamaması gibi… “Öyle miymiş” adlı kitabın satırlarında gök kızıla boyanıyordu. Akşam güneşinin kızıllığı bu.. O an Şule Gürbüz haykırıyordu; “Kimse bir şey söylemesin. Söylemeyeceğimden değil. Dinlemeyeceğimden..” Hani yağmur yağar, gök bulutlarla kaplıdır ama kendisine kaçacak bir delik bulmuş güneş ışınları masmavi denizin üstüne yansır. Hani her yer pusludur içiniz kararır ama o deli dolu güneş ışığını görürsünüz ve içinizi bir anda huzur kaplamaya başlar. Yüzünüzü tatlı bir esinti öperde gülümsemeye başlarsınız. Hah o an nasıl hissediyorsanız bu kitabın satırları aynı etkiyi yarattı bende sevgili dostlar. Kişi kendini ne zaman hesaplamaya başlar bilmem. Ama kendimi hesapladım sanki bu kitapta. Hani yazar diyor ya; Ben şapkanın kafam, eşarbın boynum olduğunu o zaman anladım.. Söylesenize dostlar; bizler ne zaman bunun farkında olacağız? Batan güneşe kadeh kaldırmayı hissettim bu kitapta. Başımı ne yana çevirsem dünya olan bu acının iğne deliği kadar küçük olduğunu ve içinde sıkıştığımı gördüm. Büyüdükçe değil düşündükçe daralıyor bu iğne deliği… Ve bende büyüdükçe ne çok düşünüp sıkışıyormuşum meğer. Kant’ın düşünce sistemini ele alacak olursak ve bilginin bize mutluluk verdiğini varsayarsak, düşündükçe küçülen bu iğne deliği aslında acımız değil mutluluğumuz sanırım.. Gürbüzün zamanla ne alıp veremediği var anlayamadım. Zamanla olan amansız derdinin Milli Saraylar Müdürlüğünde “antika saat tamircisi” olmasının nedeni olduğu aşikar. Düşününce ne güzel meslek diyorsunuz kendi kendinize. Düşünsenize antika saat tamir ediyorsunuz. Eskide kalmış varlıkları günümüz zamanına entegre ediyorsunuz. Belki de günümüz zamanının puslu yalnızlığını eskiye götürüyorsunuzdur. Ben bilemedim. Bunu bilmemizin ne önemi var ki? Gürbüz de çok önemsememiş belli ki.. Eğer önemseseydi kitabı biraz daha anlaşılır olurdu.. Kitap boyu, nedendir bilmem, kulağımın arkasında Farid Farjad çaldı.. Bazen Valse bazen Rumeli Hisarı’nın yapılışı… Bu kitabın ezgisi var sevgili dostlar. Duymayı bilene..
Öyle miymiş?
Öyle miymiş?Şule Gürbüz · İletişim Yayınları · 20161,441 okunma
·
67 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.