O yaz günü -unutulmaz yaz günü-
Taksim Meydanındaki kalabalık,
fırtınada kükreyen bir denizden çok,
yumuşak ama sürekli dalgalarla kıyıyı
döven sabırlı, inatçı bir gelgiti andıran hareketlerle siyah giysili, maskeli,
durmadan gaz bombası atan polislerin karşısında önce geri çekiliyor,
biraz kendini topladıktan sonra yine dönüyor, her yere akıyor.
Kızlı-erkekli binlerce gencin gözlerinden durmaksızın akan yaşların gaz
bombasından kaynaklandığı rahatlıkla söylenebilir ama gördükleri acımasız şiddetin yüreklerinde açtığı yaraların da bunda
pay sahibi olduğu kuşkusuz.
Zehirli dumanın boğulma derecesine
getirdiği genç ciğerlerden, yürek paralayan öksürüklerle birlikte tarihin başlangıcından
beri şiddetle karşılaşan masum insanların değişmez çığlığı yükseliyor:
Neden? Neden? Bu şiddet neden?
Siyah çizmeli, siyah giysili, gaz maskeli,
kasklı polisler Taksim Meydanı'na
yanlışlıkla düşmüş genç Darth Vader'lar gibi, bu dünyaya ait olmayan bir saldırı
gücünün adsız bireylerine dönüşmüşler.
O kadar birey olmaktan uzaklar ki,
siyah bir ahtapota benzeyen dev savaş makinesinin binlerce kolu hareket
etmekte sanki. Onca koruyucu giysiye, ellerindeki bomba atan silahlara,
bellerindeki tabancalara rağmen, yaz giysileri içinde yüzleri, kolları açık, hatta
(hiç de azımsanmayacak sayıda olan)
çıplak omuzları görünen genç kızların karşısında kendilerini daha da çıplak,
daha da çaresiz, daha da savunmasız hissediyor olmalılar, çünkü alandaki hareketlerden anlaşıldığı kadarıyla korkan taraf, kızarmış gözlerinden akan yaşlarla
öksürerek, düşe kalka yürüyen
gençlik değil, onlar.
Silahsız gençliğin cesareti, silahlı gücü sindiriyor; ölümü göze almış genç kızların, genç erkeklerin masumca meydan
okuyuşu, zalimle mazlum arasındaki
güç dengesini paramparça ediyor.