İnsanlar ölünce tüm sırlarını mezara götürür. Peki ya ölen bir insan bu sırlarını mezardan anlatmaya karar verirse?
"Mezarımdan Yazıyorum" Brezilyalı yazar Machado De Assis'in 1880 yılında yazdığı ve Latin Edebiyatı'nın en iyi romanlarından sayılan bir eseri. Roman için, yazıldığı dönem göz önünde bulundurularak, hem kurgu hem de anlatım olarak orijinal bir kitap diyebilirim. Kitap, adından da anlaşılacağı üzere bir ölünün otobiyografisi. Mezarında sıkılan bir mevtanın özyaşam öyküsünü anlatması da oldukça orijinal bir fikir.
Yaşam, doğum ile ölüm arasında geçen anların toplamıdır. Doğum bir başlangıç ise, ölüm de bitiştir. Yaşadığımız her an bitişe yaklaşırken, başlangıçtan da uzaklaşmış oluyoruz. Geçmişteki an'larımıza 'anı' diyoruz. Gelecek an'larımızı ise beklentiler ve bekleyişler üzerine kuruyoruz. En gerçek ve kaçışı olmayan bekleyiş ise ölümdür. Aslında ölüm için, bize ödünç verilmiş bir yaşam da diyebiliriz. Yaşarken anlarımızı biriktirerek bitişe doğru gidiyoruz. Bu gidişte sevinçlerimiz, hüzünlerimiz, pişmanlıklarımız, hayal kırıklıklarımız ve sırlarımız da bize eşlik ediyor. Sırlarımız?
" açıksözlülüğün bir ölüye en uygun erdem olduğunu hatırlatmak isterim. Yaşarken, kamuoyunun dikkatli bakışı, çıkar çatışmaları, açgözlülük ile açgözlülüğün savaşı, insanın eski paçavralarını saklamasına, söküklerini ve yamalarını gizlemesine, kendi vicdanına yaptığı itirafları diğer insanlardan esirgemesine neden olur." ( Sayfa 77)
Karşımızda, ölünce bütün maskeleri düşmüş bir anlatıcı var. Hesapsız, plansız ve sahtesiz bir şekilde, eğrisiyle doğrusuyla hayatını anlatıyor bizlere. Bütün sırlarından ve yalanlarından arınmış olarak anlatıyor hem de. Kimseye bir hesap vermek zorunda değil. Çünkü o bir ölü ve ölüler yaşayan insanlara hesap vermez.
Anlatıcı, ölmüş olmanın verdiği rahatlıkla okuyucuyu da pek önemsemiyor. Öyle ki, bazı yerlerde okuyucuya "sevgili dostum okur" derken, bazı yerlerde de "bu kitabın en büyük kusuru sensin" diyerek cephe alıyor. Bazı bölümlerde ise "Bu bölüm sıkıcı burayı atlayabilirsiniz." diyor, ya da " o bölümü atladıysanız bu bölümü anlamayabilirsiniz" tarzında ifadelerle okuyucuyla dalga geçtiği yerlerde var. Yazarın okuyucu ile sohbet eder havasındaki anlatımı kitabın başka bir orjinal tarafıydı.
Kitabın, yazarın kendi tabiriyle "sarhoş bir anlatımı" var. Yani kitap bir sağa, bir sola, bir ileri, bir geri şekilde yalpalayarak ilerliyor. Kitabın başında, ölümünden geriye doğru ters bir akışın olması Benjamin Button'ın hikayesini anımsatsa da ilerleyen bölümlerde çocukluğundan başlayarak ileriye doğru düz bir akışa geçiyor. Ters bir anlatımın olduğu ilk bölümleri çok sevdiğimi söyleyebilirim. Bu kitabın yükseliş bölümüydü. Sonrasında ise gereğinden uzun tutulmuş yasak bir aşk hikayesi anlatılıyor ki bu bölüm ise kitabın düşüş bölümüydü. Bu bölümleri okurken oldukça sıkıldım ama kitap sonlara doğru tekrar yükselişe geçti ve doğum-ölüm, iyi-kötü, varlık- yokluk zıtlıkları üzerine kurulmuş felsefi yaklaşımlar ile kitaba tutunmamı sağladı.
Her ne kadar hikaye mezardan yazılmış olsa da kesinlikle kasvetli ve karamsar bir kitap değil. Tam tersine, mizah ve ironinin bol olduğu eğlenceli bir kitaptı. Tavsiye kısmında ise çekimser kalıyorum. Çünkü abartılacak kadar güzel, yerilecek kadar da kötü bir kitap olmadığını düşünüyorum.
"Ölmenin de en güzel yanı bu işte, gülecek ağzınız yoksa ağlayacak gözünüz de yok..."
Keyifli okumalar.