Gönderi

Derler ki Tanrı, tıpkı Nuh'un zamanında olduğu gibi fazlaca kibirlenen insanlığı imtihan etmek için, devrin bilge kişilerine -ki Kutsanmış Leibowitz de aralarındaydı- daha önce yeryüzünde eşi benzeri görülmemiş ve içlerinde doğrudan doğruya cehennemden çıkma bir ateşi saklayan savaş silahları yapmalarını ve bu silahları prenslere dağıtarak her prense şunları söylemelerini buyurmuştu: “Biz bu silahı sırf düşmanında da aynısından olduğu için yaptık ve sana verdik ki onlar da bunu bilsinler ve saldırmaktan çekinsinler. Efendimiz, siz de bunu hatırlamaya özen gösteriniz, böylece hiç kimse yarattığımız bu korkunç şeyi yeryüzüne salmasın.” Ama bilge kişilerin uyarılarını kulak arkası eden prensler şöyle düşündüler: Eğer hızla ve gizlice vurursam onları uykularında yok ederim ve bana karşılık verecek kimse kalmaz; dünya benim olur. İşte prenslerin ahmaklığı bu derecedeydi ve bunu Ateş Tufanı izledi. Her şey cehennem ateşinin ilk kez salınmasını izleyen birkaç hafta -bazılarına göre birkaç gün- içinde olup bitmişti. Kentler kırık taşlarla dolu geniş arazilerin çevrelediği cam birikintilerine dönüşmüştü. Milletler yeryüzünden silinip giderken insanlar ve sığırlar, her türlü hayvan, havadaki kuşlar ve uçan diğer yaratıklar, ırmaklarda yüzen ve çayırlarda sürünen ve topraktaki deliklere kaçan her canlı hastalanmış, ölmüştü ve leşleri dört bir yana saçılmıştı; yine de, Serpinti iblislerinin hüküm sürdüğü topraklardaki cesetler uzun bir süre bozulmadan kalabiliyordu. Ormanlara ve tarlalara büyük gazap bulutları çöktü, ağaçlar kurudu, ekinler çürüdü. Bir zamanlar capcanlı olan topraklarda şimdi uçsuz çöller vardı ve insanlık hâlâ yaşamakta olduğu her yerde zehirli havayı soludu ve böylece ölmeseler bile hiç kimse etkilenmekten kurtulamadı; silahların vurmadığı yerlerdeki insanların da çoğu zehirli havadan dolayı öldü. Dünyanın her yanında insanlar bir yerden diğerine kaçtılar ve diller karmakarışık oldu. Prenslere, prenslerin hizmetindekilere ve silahları tasarlayan müneccimlere karşı duyulan gazap çok büyüktü. Yıllar geçti ve toprak yine de temizlenmedi. İşte böyle belirtilmişti kayıtlarda. Karışan diller, iç içe geçen milletler ve korku nefreti dogurdu... Ve nefret şöyle dedi: Bunu yapanları taşa tutalım ve karınlarını deşelim ve yakalım onları. Bu suçu işleyenlerin, uşakları ve bilgeleriyle birlikte, soylarını kurutalım; tüm eserlerini, isimlerini, hatta anılarını yakarak yok edelim. Onları mahvedelim ve çocuklarımıza bunun yepyeni bir dünya olduğunu ve daha önce olup bitenleri bilmemeleri gerektiğini öğretelim. Büyük bir saflaştırma yapalım ve dünya yeniden başlasın. Böylece Tufan'dan, Serpinti'den, salgınlardan, çılgınlıktan, diller karmaşasından ve gazaptan sonra Saflaştırma'nın kan denizi geldi; insanlığın kalıntıları birbirlerini parça parça ettiler; yöneticileri, biliminsanlarını, önderleri, teknisyenleri, öğretmenleri ve gözünü kan bürümüş çetelerin şefleri dünyanın bu halinden dolayı kimi suçlu gördülerse onları öldürdüler. Bu çetelerin gözünde ilim ve irfan sahibi olmaktan daha berbat bir şey olamazdı, çünkü onlar önce prenslere hizmet etmiş, sonra ise kalabalıklara “gözü dönmüş saflar” diyerek kan dökmeyi reddetmiş ve çetelere karşı çıkmışlardı. Kalabalıklar bu isme neşeyle sahip çıktılar ve şöyle haykırdılar: Saflar! Evet, evet! Ben bir safım. Sen de saf mısın? Bir kasaba inşa edeceğiz ve adını Safköy koyacağız, çünkü o vakte kadar bütün bunlara yol açan çokbilmiş piçlerin topu gebermiş olacak! Saflar! Hadi! Gösterelim onlara! İçimizde saf olmayan biri mi var? Gebertin piçi! Saf sürülerinin öfkesinden kurtulabilmek için, hâlâ sağ kalabilmiş olan ilim sahibi kişiler bulabildikleri korunaklara kaçtılar. Kilise onları kabul ettiğinde, onlara rahip cüppeleri giydirdi ve onları ayakta kalan, tekrar yerleşilmeye hazır manastırlarda saklamaya çalıştı, çünkü çeteler dindarları, eğer kesinkes direnip şehit olmayı göze almamışlarsa, daha az hakir görüyordu. Bu tür korunaklar bazen elverişli oluyordu ama genellikle bunun tersi geçerliydi. Manastırlar işgal edilmiş, kayıtlar ve kutsal kitaplar yakılmış, sığınmacılar yakalanıp tez elden asılmış ya da yakılmışlardı. Saflaştırma hareketinde, başlamasının hemen akabinde, ne bir plan kalmıştı ne de bir amaç; ancak toplumsal düzenin son izleri de ortadan kalktığında görülebilecek bir kitlesel cinayetler ve imha çılgınlığına dönüşmüştü. Çılgınlık unutmanın değil, nefret etmenin öğretildiği çocuklara da bulaşmıştı ve Tufan'dan sonraki dördüncü nesilde bile kitlesel öfke parlamaları tek tük de olsa görülebiliyordu. O günlerde öfkenin hedefi haline gelmek için artık sadece ilim sahibi olmak değil -çünkü onlar çoktan tükenmişlerdi- okuma yazmayı bilmek bile yetiyordu. Isaac Edward Leibowitz karısını bir süre boş yere aradıktan sonra Sistersiyanlara sığınmış ve Tufan sonrasının ilk yıllarında orada saklanmıştı. Altı yıl geçtiğinde Emily'yi ya da mezarını bulabilmek umuduyla güneybatıya inmişti. Orada karısının ölmüş olduğuna artık tam anlamıyla kani olmuştu, çünkü o yerlerde ölüm kayıtsız şartsız muzafferdi. Çölde kendi kendine sessizce ant içti. Sonra Sistersiyanların yanına döndü, kisvelerine büründü ve yıllar sonra bir rahip oldu. Çevresine birkaç arkadaş topladı ve gösterişsizce bazı önerilerde bulundu. Birkaç yıl geçtiğinde bu öneriler, iki bin yıl kıpırdamadan durduktan sonra yirmi yıl içinde tekrar ve tekrar yer değiştiren Roma'nın -ki artık bir şehir değildikulağına dek sızmışlardı. Önerilerin yapılmasından on iki yıl sonra, Peder Isaac Edward Leibowitz yeni bir cemaat kurma iznini Papa'dan almıştı. Bu yeni cemaate biliminsanlarının hamisi Aziz Thomas'ın hocası Albertus Magnus'un adı verilmişti. Henüz resmen ilan edilmemiş ve açıklık kazanmamış olan amaçları insanlığın tarihini, onu yok etmek isteyen safların torunlarının torunlarının torunları için saklayabilmekti. Cemaatin üyeleri atandıkları görevlerine göre ya “kitap kaçıran” ya da “ezberci” oluyorlardı. Kitap kaçıranlar güneybatı çölüne gizlice soktukları kitapları varillere doldurup gömüyorlardı. Ezberciler ise kendilerini, şanssız bir kaçakçının yakalanarak varillerin yerini işkence altında itiraf etmesi olasılığına karşı, ciltler dolusu tarih kitabını, kutsal belgeleri, yazın ve bilim yapıtlarını ezberlemeye adıyorlardı. Bu arada yeni tarikatın diğer üyeleri gizli kitap depolarına üç günlük mesafede bir su kuyusu keşfetmiş ve bir manastır inşa etmeye başlamışlardı. Böylece insanlık kültürünün küçük de olsa bir kısmını insanlığın kalıntılarından kurtarma projesi uygulamaya konulmuş oluyordu. Leibowitz, kitap kaçırmada kendi sırasını savmaya çalışırken, bir saf çetesinin eline düşmüştü. Derhal affettiği dönek bir teknisyen onun sadece bir biliminsanı değil, aynı zamanda da bir silah uzmanı olduğunu ihbar etmişti. Kafasına bir çuval geçirilmiş ve bir yandan canlı canlı yakılırken, bir yandan da boynunu kırmayacak biçimde ayarlanmış bir kementle boğularak şehit edilmişti. İdamın nasıl yapılması gerektiğine yönelik çıkan fikir ayrılığında ortak yol da bu şekilde bulunmuştu. Ezbercilerin sayısı azdı, bellekleri sınırlıydı. Kitap varillerinin bir kısmı bulunmuş ve kitap kaçakçılarıyla beraber yakılmıştı. Çılgınlık devri boyunca manastır üç kez saldırıya uğramıştı. Çılgınlık dininceye dek Tarikat'ın elinde insanlığın muazzam bilgi birikiminden geriye üç beş varil dolusu kitapla akıldan yazılmış, acınacak kadar az sayıda el yazması kalmıştı. Şimdi, altı yüz yıl süren karanlığın ardından, keşişler bu belgeleri hâlâ koruyor, üzerlerinde çalışıyor, tekrar tekrar kopyalıyor ve sabırla bekliyorlardı. Önceleri, Leibowitz'in zamanında, gelecek dördüncü ya da beşinci neslin bu mirasa sahip çıkması umuluyor, hatta bekleniyordu. Ama ilk günlerdeki keşişlerin hesaba katmadıkları bir gerçek daha vardı ki o da şuydu: Eskisi tamamen ortadan kalktığında insanlık hemen iki nesil içinde yeni bir kültür mirası üretebilme yeteneğine sahipti. Bunu yasa yapıcılar ve peygamberlerle, dâhiler ya da delilerle gerçekleştiriyordu; bir Musa ya da bir Hitler, yahut cahil ama otoriter bir büyükbaba aracılığıyla kültürel bir miras akşamdan sabaha kadar oluşturulabiliyordu ve oluşturulmuştu da. Ama yeni “kültür” karanlıktan mirastı ve “vatandaş” ne kadar “köle” demekse, “saf” da o kadar “vatandaş” demekti. Keşişler bekledi. Kurtardıkları bilginin işe yaramaz olması, büyük bir kısmının artık bilgiden bile sayılmaması, bazen keşişlere bile tepelerden gelen cahil bir çocuğa olduğu kadar anlaşılmaz görünmesi onlar için fark etmiyordu: bu içi boşalmış, konusu çoktan yitip gitmiş bilgiydi. Yine de, bu tür bilginin kendine özgü sembolik bir yapısı vardı ve en azından simgeler arasındaki etkileşim gözlemlenebiliyordu. Bir bilgiler sisteminin nasıl örülmüş olduğunu gözlemlemek o bilgi hakkında asgari bir fikir sahibi olmak demekti, ta ki gelecekteki bir günde ya da yüzyılda bir bütünleştirici gelip her şeyi yerli yerine koyana kadar. Demek ki zamanın önemi yoktu. Belgeler oradaydı ve onlar bu belgeleri korumakla görevlendirilmişlerdi ve dünyayı saran karanlık bin yıl da sürse, on bin yıl da sürse koruyacaklardı; çünkü onlar, çağların en karanlığında doğmuş olsalar da, Mübarek Leibowitz'in kitap kaçıranları ve ezbercileriydi ve ister Saygıdeğer Başrahip isterse bir ahır uşağı olsun, manastırından çıktığında üzerinde bir kitap, bugünlerde ise genellikle bir dua ilmühaberi taşırdı.
Sayfa 77 - 82Kitabı okudu
·
120 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.