SEN HANGİSİYDİN?
Amerikalı bir kadınla konuşuyordu! Hem de ateşli ateşli!
“Koş koş, annem senin komşuyla sohbet ediyor.” dedim kardeşime.
“Yok artık, annem İngilizce mi biliyormuş?” dedi ve karşımızdaki manzarayı katıla katıla gülerek seyretmeye başladık. Bir müddet daha konuştular ve annemiz Amerikalı komşunun bahçesinden ayrılıp eve geldi.
“Siz ne gülüp duruyorsunuz?” diyerek tuhaf tuhaf bize bakarken kendimizi tutamayıp bir kahkaha daha patlattık. “Sana gülmüyoruz anne.” diyecektik ki, “Siz kesin bana gülüyorsunuz.” deyip sorgulayan gözlerini üzerimize dikince, “Anne, ne konuşuyordun deminki kadınla?” dedim. Bunu derken karşısında ciddi bir tavır takınmak için çabalıyordum. Öyle uzun süreli şakalaşabileceğiniz insanlardan değildir. En ummadığın yerden haddini bildirir sana.
“Ha, o mu? Kocası ölmüş, iki çocuğu varmış, yalnız başına yaşayıp gidiyormuş kadıncağız; yazık. Üstelik çocukları da başka ülkelere göç etmişler.” dediği anda kardeşimle birbirimize bakıp kaldık.
“Anne, kadın Türkçe mi biliyor yoksa?” dedim saf saf.
“Valla iyi kadın ama dil bilmiyor.” dedi. “Dil bilmiyor!”
İşte bu defa kendimizi tutamayıp tekrar gülmeye başladık.
“Anne, sen onun ülkesinde misafirsin, bu durumda dil bilmeyen niye o oluyormuş?” dediğimde, “Niye? Senin dilin dil değil mi? Kadın da Türkçe bilmiyor işte!” cevabıyla gülüşmelerimiz bıçak gibi kesildi. Öylece bakıp kaldık birbirimize. Hep böyleydi. Unuttuğumuz yerden bakmayı bilen, taviz vermeyen...
Türlü maceralarla geçen tatilimizin dönüşünde uçakta kaybettim annemi. Yanlış duymadınız; uçağın içinde kaybettim. Bir kıtadan diğerine yapılan o bezdirici ve uzun yolculukta bazı insanlar ne güzel uyuyordu. Uyurken yol kendiliğinden bitiyordu. Bense o demir yığını kutunun içinde sıkıntıya gark olmuş yolculuklarda gözümü bile kırpamazdım. Aynı yol benim için beş katına çıkardı. Nasıl olduysa bir ara içim geçmiş. Bir baktım ki annem yanımda değil. Tuvalete gitti herhalde diye düşünüp genellikle sonunu getiremediğim filmlerden birini izlemeye başladım. Önümdeki minik ekranda film akıyor ama annem gelmiyordu. Kalktım tuvaletleri yokladım. Orada değildi. Uzun menzilli uçuşlarda kabin görevlilerinin dinlenmesi için odalar var diye duymuştum ama merak edip girmek istese bile almazlardı. Dolayısıyla bu koca kutunun içinde tuvaletler dışında bakacak yerim yoktu. Çaresizce koltuğuma dönüp beklemeye başladım. Biraz sonra yanında yabancı bir hostes eşliğinde geldi bizimki.
“Your mother is very nice but I need for everyone to just stay seated.” gibi bir şeyler söyleyerek anneme gülümseyen, bana ise “İşin zor!” demek ister gibi bakan hostes uzaklaşınca, biraz da endişeden dolayı öfkemi yenemeyip “Çocuk gibisin anne, çok meraklandım. Nereye kayboldun sen?” dememle cevabı yapıştırdı.
“Uçağın içinde nereye kaybolur insan? Cahil cahil konuşma! Geldim işte.”
Hadi buyrun, onca eğitim alsam da annemin gözünde cahil olup çıkmıştım yine! Bir yandan da yüzünde, nereye kaybolduğunu merak ettiğimi bilip açıklamayarak beni kıvrandırmaktan keyif alan bir ifade vardı. Başka çarem mi vardı? Mecburen alttan alarak sırnaştım.
“Allah aşkına söyle, neredeydin?”
Business class bölümündeymiş! Bakmış koltuklardan çoğu boş, neymiş bu kadar para verip oturdukları koltuğun farkı diye tecrübe etmek istemiş. Portakal suyu ikram edip uğurlamışlar. Canlı bir Cem Yılmaz hikâyesi! Çok yaşa sen anne e mi...
Bugün yemeğini yedirirken “Sen hangisiydin?” diye sordu. Kaşığı tutan elim titredi. Hızla unutuyor. En acısı da unuttuğunu fark ettiği zamanlardaki öfkenin isyanla karışarak gelip gözlerine yerleşmesi.
“Benim anne, ilk göz ağrın. Biliyorum ki yakın bir zamanda beni tamamen unutacaksın. Olsun, yeter ki nefes almayı unutma. Ben seni aklım yetene kadar hatırlarım. O güzel başının içinde neler oluyor bilsem... Hâla o uçakta yan yana oturuyoruz belki de. Bilemiyorum ki, söyleyemiyorsun ki.”