Gönderi

192 syf.
·
Not rated
Serdar Tuncer'in kalemine uygun bir kitap olmuş, hem günümüz türkçesini kullanmış ve beyitlerden örnek vererek tasavvufi yönü ortaya çıkmıştır. kitaptan anladıklarım sanki elveda diye algıladım bazı şeylerden kendi dünyası ile ilgili, yalnız bizlere de tavsıyeler de bulduğu okudum. İnsanların boş hayeller yerine Kurbanım şiiri geldi aklıma.. Sen senin olmazsan tüm dertler biter, Varını yokunu mürşidine ver, Ustanın elinde kütük ol yeter, Teslim olan zarar etmez kurbanım.. sözleri canlandı. Kendi hayatı ile kesitler vermiş kitabın sözleri gibi kalbimdeki düşünceleri aktardığı hissettim Osmanlıcada “isâr” diye bir kavram var; benim değil onun olsun,bende var onda da olsun, bende yok ama onda olsun, onda yok bende de olmasın. demekmiş. Kelimenin muhtevasına bakar mısınız.. İşte MUTLULUĞUNDUR MUTLULUĞUMUN özü budur. Kim olduğunu hatırlayamadığı için kendisi,nereden geldiğini unutamadığı için bir başkası olamayan adamın dilemması bizimki. Çok örselenmiş, çok hırpalanmış, asırlar boyu yediği dayaklardan üstü başı kan revan, yüzü gözü mor içinde; aynaya baktığı vakit kendisini değil kendisine dayak atanların bıraktığı izleri seyreden bir adamın acısı. Hadisatı başkasının kelimeleriyle yorumlamaktan kalbini,başkasının aklıyla düşünmekten kelimelerini, kelimeleriyle konuşmaktan kendini yitiren bir adamın trajedisi. Ahvâlimiz budur, biz buyuz. Bir deniz kenarında kaybettik içimizdeki Hızır’ı ve Musa’sız kaldık.Bir deniz ortasında fark ettik neyi kaybettiğimizi, heyhât asâsız kaldık. Bir zamanlar kendi hiçliğimizi fark edecek kadar her şeyin sahibini bilirdik oysa.Yahut her şeyin sahibini bilecek kadar kendi hiçliğimizin farkındaydık.Canımızı emanet niyetine taşır,herhangi bir şeyden, ‘benim’ diye bahsetmeye utanırdık.Hülasa ne sen senindin ne de ben benim.Her şeyin bir tek sahibi vardı. “Seninki senin, benimki benim” demeye başladığımız vakit hayranlıkla yâd etmeye başladık “seninki senin,benimki de senin” dediğimiz günleri.Sonra bir de baktık ki; ‘hepsi benim’ oluvermiş. Bir şadırvanda abdest alan,benzi aşk sarısı adamlardık o zamanlar.Ensemize bir tokat atan olsa farkına bile varmayacak kadar tokadın sahibiyle meşguldük.Başımızı çevirip ‘kim vurdu’ diye bakar olduk önce, sonra kalkıp bir tokat da biz aşk ettik ensemize vurana.En son, ne o şadırvan kenarında oturmuşluğumuz kaldı ne ensemize bir tokat atan ne de o şadırvandan bir haber... Sarı çekildi hayatımızdan ve başımıza gelmeyen kalmadı. “Biz ne yaptık ki başımıza bunlar geldi” demedik hiç.Her şey yolundayken kerameti hep kendimizden bildik,işler sarpa sarınca kabahati yükledik başkalarına.Fail-i Mutlak’la râbıtamızı yitirdik. Lütfedilen güzellikleri kendimizin elde ettiği,tecelli eden kahırların başkaları sebebiyle başımıza geldiği vehmine öyle kaptırdık ki kendimizi, ‘Kahrın da hoş lütfun da hoş’ hikmeti, yalnızca bir şiirin en güzel mısralarından birisi oldu çıktı. Hikmete şiir muamelesi yapan şuursuzluğumuz,kalbimizi mânâsına serlevha yaptığımız şiiri, salonumuzun duvarına yakıştırıp asıverdi, çerçevesi mobilyamızla uyumlu: Ne kahrı dest-i a’dâdan ne lütfu âşinâdan bil Umûrun Hakka tefviz et Cenab-ı Kibriyâ’dan bil “Ağlatan da O’dur, güldüren de O” sırrını unutalı beri gözyaşlarımızın tadı tuzu yok,gülüşlerimiz eğreti.Sebepleri yaratandan gâfil, sebebe itimat etmemiz sebebiyle, işimiz olunca sebebe teşekkür ediyor, olmayınca sebeple kavga ediyoruz artık. Hakikatini kalbimizden süzdüğümüz hikmet incileri,fiyakalı sözlere dönüştü dilimizde.İçimize sustuğumuz murâkabe ve muhakeme çilingiri hikmetler, dışımıza haykırdığımız biblo anahtarlıklara döndü.Allah aynı Allah oysa hakikat aynı hakikat, köy aynı köy... Yağmur yağmamış hani günlerce.Bir tek bulut yok gökyüzünde.Köylü perişan.Ters giyilen cübbeler nafile,yağmur duaları icabetsiz.Açı doyurmuşlar, fakiri giydirmişler, yetimin başını okşamışlar, yok yine yok. Bir dervişin yolu o köye düşende ahvâli anlatıp arz-ı hâl eylemişler. “Nerede bir yanlış ettik bilmiyoruz ama vaziyet bu, bize bir yol gösterin, bir de siz ellerinizi yağmurun Rabbine açın” diye niyaz etmişler. Derviş onları iyice dinledikten sonra; “bu köyde ne kadar küçük çocuk varsa hepsini buraya toplayın” demiş.Şaşırmışlar ama vardır bir hikmeti deyip isteneni yapmış köylüler. Derviş baba çocuklarla biraz sohbet etmiş,her birini tek tek dinlemiş.Sıra küçük bir çocuğa gelince tebessüm ederek köylüleri çağırmış yanına.Bakın demiş, dinleyin bu gül yüzlüyü ve anlayın yağmur niçin yağmıyor. O gül yüzlü biraz da mahcup anlatmaya başlamış.”Babam, bayram için bana yeni bir ayakkabı aldı.Ben her gece uyurken Allah’ım diyorum ne olur yağmur yağmasın.Yağmur yağıp da yeni ayakkabılarım çamur olmasın.Yani böyle işte...Bu kadar. Gönlünü yapmışlar çocuğun, “Biz sana yeni bir ayakkabı daha alırız” demişler.Bulutlar duymuş çocuğun razı olduğunu, yağmurun Rabbi, haydi demiş bulutlara, köylü çifte bayram eylemiş. Allah aynı Allah, hakikat aynı hakikat, köy aynı köy... Bir tek kendimiz gibi bakmayı unuttuk hadisâta.Kendimiz gibi düşünmeyi,hissetmeyi,kavramayı,yorumlamayı,anlamayı unuttuk. Yağmur yağmıyor hiç ve biz bir çocuğun gönlümü etmeyi getirmiyoruz aklımıza.Teknik olarak böyle bir şey yok çünkü.Bulutların gözyaşlarının bir çocuğun potinlerindeki tebessüme bağlı olabileceğine dair yeterli veriye sahip değiliz.Bilim adamları henüz bu sonucun o sebepten doğabileceğini ispatlayan bir deney yapmadılar.Yüzümüzdeki morluklar, yumruklarından hatıra olan muasır Batı’da henüz bu iki olayı birbiriyle irtibatlandıran bir makale yazılmadı. Bir dervişin gönlüyle bakmayı unuttuk.Kendimiz gibi soramadığımız sorularımıza başkaları gibi cevaplar veriyoruz artık. Cevaplarımız tekniğe boğuldu, suallerimiz hikmetten mahrum. Halbuki bir sorabilsek kendimize: “Çocuk kim, potin neyin nesi, bulut nereye denk düşer, derviş baba niçin çıkıp gelmiyor?” Sormuyoruz, soramıyoruz bir türlü. Akıllımız hikmete masal muamelesi yapıyor, delimiz bulutlara sövüyor, okumuşumuz başka bir şey yetiştirmeyi öneriyor, zenginimiz stokunu çoktan yapmış, tecrübelimiz köyü terk ediyor. Bir sarı çiçek bulmalı şimdi.Oturup başına bir türkü söylemeli : ‘’Ben bağrımı toprak sandım taş imiş / Meğer taşa tohum ekilmez imiş .‘’ Bir sarı çiçek olmalı şimdi.Başında türkü söyleyen adama dönüp bir şiir okumalı: ‘’Taş taş değildir bağrındır taş senin / Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin.’’ Adam çiçek kokmalı o an, çiçek türkü yakmalı.Adamın yüzü sararmalı mahcubiyetten, çiçeğin yüzü ağarmalı aşktan. Çiçek yüzünü adama dönmeli, adamın yüzü çiçeğe dönmeli. Adamala çiçek bir olmalı. Erimeli çiçek adam. Bir kalp kalmalı ondan geriye. Yokladıkça Allah, kokladıkça ah diyen bir kalp… ‘’ Elif lam ra ‘’ İşte bütün hikaye … Sizi bilmem ama ben bayram olsam böyle bir köye gelmezdim! ‘Delilim Yok Kalbimden Başka’ kitabı insanın dipsiz kuyulardaki onulmaz yaralarına merhem oluyor.
Delilim Yok Kalbimden Başka
Delilim Yok Kalbimden BaşkaSerdar Tuncer · Profil Yayıncılık · 20173,084 okunma
··
248 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.