Gönderi

"Neden Şems-i Tebrizi'nin mezarı Rumînin yanında değil?” diye sordu merakla. “Rumî en güzel şiirlerini ona yazmış, neden yaşamındaki en önemli insan başka bir türbede yatıyor?” "Şurası bir gerçek ki, Şems-i Tebrizi o dönemin Konya halkı tarafından pek sevilmezmiş.” Bunları anlatırken gözlerimiz karşılaştı. Onu ilgiyle dinleyen bu kadın da kimdi? Kahretsin diye geçirdim içimden, şimdi beni uzaklaştıracak. Hayır, yapmadı, bakışlarını yeniden tombul arkadaşına çevirerek anlatmayı sürdürdü. “Nasıl sevilsin ki, bir gün ansızın ortaya çıkan bu Tebrizli, onların büyük uleması, şeyhi, adeta kutsal kişisi olan Mevlâna Celaleddin Rumî'yi ellerinden alıyor. Biliyorsunuz, Celaleddin Rumî, Şems'le karşılaşmadan önce önemli bir mutasavvıftı. Namaz kılar, oruç tutar, camide vaaz, medresede ders verirdi. Ama Şems'le karşılaşmasının ardından bunları bıraktı, şiir okumaya, aşktan bahsetmeye, şehir halkının duymaya hazır olmadıkları konuları dile getirmeye merak sardı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi Şems-i Tebrizi'yi her fırsatta, her yerde, herkesin içinde överek, göklere çıkarmaya başladı. Bununla ilgili anlatılan bir hikâye vardır. Hani otelden çıkınca önünden geçtiğimiz Karatay Medresesi var ya, işte orayı yaptıran Selçuklu Veziri Celaleddin Karatay bir gece konağında bilginleri, sanatçıları, devletin ileri gelenlerini çağırarak büyük bir şölen vermiş. Çağrıya Mevlâna Celaleddin Rumî de katılmış ama yanına Şems'i de almış. İçeri girince herkes Mevlâna'ya büyük bir ilgi göstermiş, onu gönül arkadaşından kopartarak sofranın üst tarafına oturtmuşlar. Şems ise büyük bir engin gönüllülükle kapida ayakkabıların konulduğu yere çökmüş. Sohbet sırasında ‘Başköşe neresidir?' diye bir tartışma çıkmış. Herkes görüşünü açıklamış. Sıra Rumî'ye gelince: ‘Bilginlerin başköşesi, sofranın ortasıdır, ariflerin başköşesi, evin herhangi bir köşesidir, sufilerin başköşesi sofranın kenarıdır, âşıkların mezhebinde ise başköşe dostun kucağıdır,' diyerek kalkıp Şems-i Tebrizi'nin bulunduğu kapı girişine oturmuş.” “Peki davete katılan öteki insanlar ne demiş bu duruma?” "Yüzlerine bir şey söylememişler ama o günden sonra Şems'e karşı açık bir düşmanlık gütmeye, kin beslemeye başlamışlar. Kim olduğunu bilmedikleri bu gezgin dervişi, bazıları ahlaksızlıkla suçlamış, bazıları Moğol ajanı olduğunu ileri sürmüş, büyücü olduğunu söyleyenler bile çıkmış. Kimileri bu kara giysiler içindeki meczubu şehrimizden atalım demiş, kimileri onu korkutmayı denemiş, kimileri ise açıkça öldürmekten söz etmiş. Bu tehditler o dereceye varmış ki, işin ciddi olduğunu anlayan Şems, Mevlâna Celaleddin'le karşılaşmalarının üzerinden bir buçuk yıl bile geçmeden bir gece kimseye haber vermeden sessizce Konya’yı terk etmek zorunda kalmış." "Yani kaçmış mı?” “Belki de Rumî'yi korumak istiyordu,” diye belirsiz bir yanit verdi Angelina. “Bilmek zor tabii. Kesin olan bir şey varsa o da Şems'in Konya'dan ayrıldığı. Mevlâna gönül yoldaşının gittiğini öğrenince çılgına dönmüş, yemeden içmeden kesilmiş, gözüne uyku girmemiş, bir çılgın, bir mecnun gibi her yanda onu aramış. Ne yazık ki bulamamış. Şems gittiğinde, ondan kurtuldukları için mutlu olan Mevlâna'nın müritleri, şeyhlerinin artık kendileriyle hiç ilgilenmediğini görünce bin pişman olmuşlar. Mevlâna'nın makamına varmışlar. "Biz Şems'i tanıyamadık, ona huzur vermedik, yanlış yaptık. Bizi bağışla ya Pir,' demişler. Rumî de onlara inanmış ve onları bağışlamış. Ama aradan bir yıldan fazla zaman geçtiği halde Şems hâlâ ortalıkta yokmuş. Sonunda müjdeli haber gelmiş; Mevlâna, Şems'in Şam'da olduğunu öğrenmiş. He men bir kervan hazırlatmış, büyük oğlu Sultan Veled’i yola çıkarmış. Günlerce süren zorlu bir yolculuktan sonra Şam'a varan Sultan Veled, Şems'in huzuruna çıkmış. Türlü diller dökerek, Şems'in kırgın gönlünü onarmış, hiçbir yerde uzun süre kalamayan bu gezgin dervişi, Konya'ya dönmeye razı etmiş. "Şems'in gelmesiyle birlikte Mevlâna yitirdiği mutluluğu yeniden bulmuş, bahar gülleri karşısında aşktan sarhoş olarak türküler yakan genç bülbüller gibi her gün coşkulu şiirler yazmaya başlamış, ama öte yandan aklını da kullanarak, halkın dedikodularını önlemek için kendince bir önlem almak istemiş. Şems'le akraba olursak, evime girip çıkması yadırganmaz düşüncesiyle evlatlığı Kimya’yı bu gönül dostuna eş olarak vermiş." “Yanılmıyorsam, daha önce Şems'in o sıralar altmış yaşlarında olduğunu söylemiştin. Peki şu Kimya adındaki kız kaç yaşındaymış?” “Bilmiyorum,” dedi Angelina. Canı sıkılmış gibiydi. “O kadar yaşlı olmasa gerek.” “On sekizinden daha küçük,” diye yanıtladım sanki üstüme vazifeymiş gibi. “Daha büyük değil.”
Sayfa 243 - Everest YayınlarıKitabı okudu
·
48 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.