Bana gönderdiğiniz rüyayı okudum:
"...su hâlâ gidiyordu, kötü bir metafor
oluyordu ben böyle batmam, böyle ıssız
bir ada gibi dediğimde uyanıyordum
daldığım rüyadan, sanki film kopuyordu,
denizler gökyüzünden kopuyordu ve iri
damlalar gibi birer birer adalar gözlerinde
beliriyordu, pek uzun sürmüyordu bu yolculuk,
adalar birer gözyaşı olarak denize
kavuşuyordu, bu tuzlu rüya geceler boyu
gözlerimi dolduruyordu, bilmiyordum ne
kazanacağımı bu metafordan, gece
ne kazanacaktı bu rüyadan? Ben
daha bu rüyanın kıyısında yüzerken
içimde cam yürüyordu, kalbimden önce
zamanın kırıldığını hissettim ve
beni terk ettiğini sevdiğim kelimelerin,
azı gitti çoğu kaldı şimdi
onlarla yetiniyorum ve biliyorum
insan kaybettikleriyle büyütüyor çölü
ve çöl dememek için hayata
deniz, ada, bahçe, yağmur gibi rahiyalı
sözlerle avutmaya çalışıyor yalnızca
bir rüya yüzünden yaşayan o ölüyü..."
bu mektubu rüyanıza cevaben gönderiyorum:
"Hayat kaybettiklerimizden ötürü çöl sanılıyor
oysa hayat kayıplar çölü değil, bence
ve sadece kumdan ve kalabalıktan ibaret,
çöl kumla anlaşılmaz, yalnızlıktır
hayatın anlamadığı çölü anlatan,
bir şeyler anlamış olmalısınız rüyanızdaki camdan,
evet çöle fazla gelen şeyler var
bu yaşadıklarımızda durmadan artan, çoğalan,
bunlarla biriken bir şey yok oysa,
çöl insanının kaybettiklerini biriktirmiyor
ölüm de insanın kaybettiklerini biriktirmiyor
ölümün biriktirdiği başka bir şey
ölüm bir çölü büyütüyor, biriktiriyor
hayat o çölü çoktan kaybetti,
saklamak diyelim ölümün yaptığı işe
bir uzaklığı saklamak hepimizin yerine,
hatırlayın ben de sizde bir çölü kaybettim
meğer uzaklıkmış sizde kaybettiğim şey
bunu rüyanızı okuyunca da gördüm ama
ondan da önce, her zamanki gibi bu son diye
yeni bir şiire başlamıştım, zor olmadı
o şiiri yarım bırakmak, çünkü azı gitti
çoğu kaldı dediğiniz kelimelerin de
aslında şiire yetmediğini anladım
ve bu yüzden, okumanızı asla istemediğim
ve içinde şiirden çok ölüm bulunan,
otuz üç bölümlük bir uzunçalar diye
tozlu bir plağı yeniden çalmaya başladım,
bir kitap yazdım evet, ölüme dair
bu geniş kitapta çöle bir yer bulamadım,
meğer yazacak kadar uzak değilmişim çöle,
döndüm yarısından, şiiri de yarı çölde bıraktım"
bu yüzden hem yarım, hem fazla bir şiir yazıyorum:
"şimdi kim kimi unutsa sanki çöl
ve komşu bir bahçe gibi
teselli buluyoruz çölde öyle yakın
sanki hepsi bedevi ordaki ağaçların
siyah gözlü magripli kadınların
hepsi gül ve ipekten nazdan
başka yükü yok gibi kervanların
o bana çöl hayatını anlatıyor: Dolce Vita!
ben ona hiçbir şey sormuyorum hayat hakkında
ben ona gitmediği çölü de sormuyorum
çölün onu beklediğini sanıyor: In Vino Veritas!
çölün şarabı kum ve kadehini dolduruyor
herkes birinde unuttuğu yalnızlıktan,
ne kadar uzağa terk edersek o kadar iyi,
yalnızlık diyoruz çölde tamamlar gurbetini
ve çöl hayatından uslanır da belki...
çöl diye bir yer var sanıyor
çöl sana çıkar, yol sana çıkar diyemiyorum
ben çölü yazarsam bulacağımızı sanıyor
aradığımız şeyi, ben çölü yazmıyorum
aradığımız bir şey mi var bilmiyorum
bulsak da onun aradığımız şey olmayacağını biliyorum
çölün bildiğini kimse bilmiyor
bilmediğin için o kadar korkunç olmadığını söylüyorsun
ben çölü sende aramıyorum artık
çölün seni unuttuğu yerdeyim
insanların arasına düşen gölgenin peşindeyim
çölde beni değil onu görebilirsin
bende ne unuttuğunu sakın hatırlama
çünkü birlikte düşemeyeceğimiz bir çöldeyiz
ve birlikte çıkamayız düşmediğimiz çölden
çölden çıksak da gidecek bir yer yok
hem bendeki ıssızlık çıkılacak gibi değil
sen benden fazlasını istiyorsun çölden
ben fazla olmasaydım başkasını arar mıydım
sen boşluktan fazlasını bekliyorsun çölden
boşluktan fazlası neresidir
kimse çölünü bilmiyor
kendini iki kişi sanıyor herkes
biri önde gidiyor biri peşinde
ah dünya insanın gölgesini de aldın
onu efendiyle kölesi arasında bıraktın
anla artık çöl diye bir yer yok
magrip yok, kervan yok, şarap yok
çöl senin içinde, bu yüzden uzak geliyor
bu yüzden başkası hem çöl, hem yakın geliyor
bu yüzden gitgide uzaklaşıyorsun kendinden
bu yüzden çöl artık sana geliyor..."