Gönderi

makale notları-7
Modernliğin varlık ve değer birliğinin zemini olan "tanrı'yı tatile göndermesi" ve dolayısıyla hakikatte oluşan dağılma, parçalanmış bir benlik anlayışına sebep olmuştur. Ontolojik bakımdan değeri içermeyen bir varlık anlayışı insanın düşünen yönüne tekabül edeceği için değer boyutu korelatını bulamayacaktır. Kişiliğin odaklanacağı bir ilkenin olmayışı, benliğin parçalanmasına, kendisini bütünleyememesine, nakıs ve amaçsız kalmasına sebep olacaktır. Modernlik, Tanrı'nın nihai garantör olduğu bu evren tasavvurunun yerine, akıl sahibi rasyonel bireylerin kendi iradeleriyle kurdukları suni bir toplumu oluşturmuştur. Başka bir ifadeyle Tanrı'nın dışlandığı bir evren tasavvurunda sosyal işleyişin ilkeleri yeniden tanımlanmıştır. Bu tanımlamada ana varsayım ve çıkış noktasını, inançtan bağımsız, evrensel ve sözleşme yapabilecek kadar rasyonel bir insan doğası oluşturmuştur. Buna göre sosyal düzenin oluşturucusu bireydir. Universitas düzeninde anlamın referansını oluşturan Tanrı-kul ilişkisi koparılmış ve Tanrı sosyal hayattan tedricen uzaklaştırılmıştır. Modern düşüncede varlık-değer parçalanmışlığı ya da ontolojiden uzaklaşılması, değerlerin olgulara indirgenmesine, başka bir ifadeyle buharlaşmasına sebep olmuştur. Zira ahlaki değerler, insandan eşyaya, dili nasıl kullandığımızdan uluslararası ilişkilere kadar hayatın her alanına nüfuz ederek, onu oluştururlar. Nitekim bugün değer boyutunda yaşanan sorunlar, modern insanın anlam haritalarının kaybolmasına; doğru ve yanlışın birbirine karıştırılmasına ve nihayetinde sapmalara; savrulmalara, alt üst oluşlara dönüşmüştür. . Bu açıdan modern bireyin yaşantı ve tavırlarındaki tutarsızlığın, esasen benimsediği kavramsal şemanın tutarsızlığından kaynaklanmakta olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim yaşanan ahlak şizofrenisi, bütünlükten yoksun kişilikler ve parçalanmış şahsiyetleri ortaya çıkartmaktadır. Gerçekten modernliğin ürettiği ciddi kimlik bunalımı, benliğini içsel olarak bütünleyemeyen; kendini sürekli olarak kendi dışında tanımlanmış bir sahte benlik ile algılamaya çalışan benliklerin sorunu haline gelmiştir. Günümüz insanı bunalım labirenti içinde ve birkaç ortak değerin bile söz konusu olmadığı bir ethos düzeninde yaşamaktadır. Bu ethos düzeninde, anlam ve amaç kaybına uğramış birey için, araçlar amaç haline dönüşmüştür. Taylor'a göre otoritenin çöküşü ve ahlaki boşluğa yol açan modernliğin üç temel sıkıntısı vardır; Bunlardan ilki, insanlara ulvi amaçlarını kaybettiren, insanı kozmik düzenden koparan bireyciliktir. İkincisi, çevredeki tüm varlıkları birer ham madde ya da araca dönüştüren, çevrenin kutsal yapısını bozan, her şeyi verimlilik ve fayda/maliyet çözümlemesine tabi tutan, her şeyin ölçütü olan araçsal akıldır. Böylece teknolojinin özgürleştirici vaadi boş bir konfora dönüşmüştür. Üçüncüsü ise, bu iki kaynağın siyasal yaşamdaki korkutucu sonuçlarıdır. Bir siyasal projenin yokluğu siyasal katılımın ve dolayısıyla özgürlüğün azalmasına sebep olmuştur. Sonuç ise, anlam yitimi, ahlaki ufkun kararması ve daralması, araçsal akıl karşısında hedeflerin gölgede kalması ve özgürlük yitimidir. Temel ahlaki bir ölçütün olmayışı ise, eylemlerin ahlak açısından değerlendirilmesini sorunlu hale getirmiştir. Artık her birey, kendi başına öncelikle anlamın, ardından da değerin üreticisi olmuştur. Çıkmazdaki modern yaşamın kapsamında yer alan bireyselleşme beraberinde etik çoğullaşmayı getirmiş ve bu çoğulluk, ekonomiden siyasete, toplumsal yaşamdan uluslararası ilişkilere kadar çeşitli alanlarda kriz olarak tezahür etmiştir. Bu kriz, modernliğin temel yönelimlerinin; özellikle ussallık, verimlilik, iktidar tutkusu, etik görecelilik ve eşitlik gibi bileşenlerin ürünüdür. Nitekim modern ahlak/lar kendi ürettiği ilke ve degerlere inanılması için sağlam nedenler ortaya koyamamıştır. Bu durumun arkasında yatan nedenin, hiç şüphesiz ahlakın rasyonel bir inanç konusu olmaktan çıkıp; öznel bir kanaat meselesi haline gelmesi olduğu söylenebilir. Zira modernlik, inanç ve dogmaya karşıt bir dünyada, kendi ahlaki bilgi anlayışını ancak bireysel bir inanç ya da dogmatik bir kanaat meselesi olarak ortaya koymuştur. Bu durum ise, ahlakın toplumsal ve bireysel hayattaki rolünü oynayabilmek için gereksindiği otoriteyi koruyamaz hale gelmesine yol açmıştır. Modernliğin karşı karşıya olduğu ironik durum, bir yandan ahlaka ihtiyaç duyarken diğer yandan ahlakı imkansız kılmasıdır. Modernliğin ikinci temel sorunu her şeyin ölçütü olarak araçsal akıldır. Araçsal akıl, en kısa tarifiyle, kapitalizmin gelişimi için araçsallaşan akıldır. Modern özne, yan etkisi, maliyeti ne olursa olsun amaçların gerçekleştirilmesinde etkinliği-üretkenliği ön planda tutar. Ahlaki bir öze sahip olmayan modern özne, amaçlarını gerçekleştirirken özerklik talep etmek zorundadır. Çünkü bu özne artık büyük bir düzenin parçası değildir, kendi kaderini tayin etmelidir. Kaderini tayin eden modern insan için arzunun ussal olarak tanımlanması, tatmini ve denetimi, ancak araçsal akıl ile mümkündür. Modern öncesi dönemin aksine, iktidarın dayanağı artık araçsal akıl ve bilimdir. Böylece ahlak, modern devletin elinde istediği gibi şekillendirilebilecek bir araç haline gelmiştir. . Nitekim günümüzde ahlak, tüm sosyal kurumlar gibi siyasal iktidarın nesnesi, ahlaki değerler de iktidarın ürünü haline getirilmiştir. "İyi"nin önceliği Yunan ahlaklarında merkezi idi, oysa modern etik "hak"lının önceliğini benimsemiştir. Modern dönemde varlık ile değer arasına kalın ve geçirgen olmayan bir çizgi çekilmesinin sonucu olarak siyasetin ahlaktan ayrıştırılması, bir yönüyle değerden azade, her türlü yozlaşmaya kapı aralayan; diğer yönüyle ise güç merkezli hakları arka plana atan bir siyasal tasavvur üretmiştir. Bu siyasal tasavvurda norm ve değerleri araçsal kılan modernlik, siyaseti, etik bir mesele olmaktan çıkarmış; eylemi değil özneyi ön plana alan bir anlayış üretmiştir. Klasik gelenekte bir toplumu oluşturmak için gerekli temel "adalet" rafa kaldırılmış; gücün adaleti hakim olmuştur. Böylelikle modernizm kendi dinamiğini oluşturan etkin-özgür birey anlayışının yerine, kişiliği ve özgürlüğünü yitirmiş insanlar yaratmıştır. İnsanı özgürleştirme vaadiyle zuhur eden modernlik, süreç içinde özgürlük fikrini simüle ederek yerine kontrol ve sömürgeleştirme fikrini ikame etmiştir. Nitekim modernliğin bumerang etkisiyle oluşturduğu ahlak, efendi-köle diyalektiğine dayanan bir yapıda gelişmiştir Bu durumun tersi siyasetten soğumak ise, bizi ya mistisizmle ya da tüketim dünyasıyla buluşturacaktır. Modernlik özgürlüğü, sadece seçme eylemi ya da yeteneğinin kendisinden ibaret olan; muhteva ile ilgilenmeyen bir anlayışa dayandırmıştır. Özgürlükte temel nokta, neyi seçtiğimiz değil, bir şeyi seçiyor olduğumuz gerçeğidir. Seçimin ne yönde olduğu, nasıl bir muhtevaya sahip olduğu önemli değildir. Daha doğrusu bunun bir anlamı yoktur. Çünkü bir tercihi anlamlı kılan, onun bireyin dışında bir gerçekliğe dayanması değil; bireyin ortaya koyduğu iradedir. Modern özgürlük anlayışının kendisiyle çeliştiği yer tam da burasıdır. Çünkü bir tarafta özgürlüğün prensipte bir değerler yelpazesine bağlı olmaması gerektiği ileri sürülmekte, öte tarafta özgürlük hakkındaki hükmün değer-yüklü bir tutum olduğu göz ardı edilmektedir. Muhtevadan yoksun özgürlük, bir anlam krizine yol açar. Özgürlük ve anlam, iki karşıt değer haline gelir. Oysa gelenek özgürlüğe değil, anlama vurgu yapar. Bireyin özgür olmasından önce, anlamlı bir hayat yaşamasını öngörür. Hatta bireysel ve toplumsal yaşama anlam kazandırmak için özgürlüklerin kısıtlanmasını kabul eder. Yani özgürlükleri sadece negatif manada değil, aynı zamanda pozitif olarak tanımlar. Sadece tercih etme yetisinin değil, tercih edilen şeyin de özgürlük kavramının bir parçası olduğunu söyler. Modern olmak, anlam verme iddiasında bulunan geleneğin sınırlarından kurtulmak anlamına geldiği için, ya özgürlüğü seçip anlam dediğimiz şeyi kendi bireysel tercihlerimizde inşa etmeye ya da anlamı seçip özgürlüklerimizi kendi irademizle kısıtlamayı tercih etmeye çalışacağız. Karşılaştığımız bu durum, telif ve dahası kontrol edilmesi zor yeni durumlar ortaya çıkarır. Bu yeni durum, bütün dünya toplumlarını derinden etkileyen köklü bir güven krizidir. Güvensizlik duygusu, derin bir belirsizlik ve şüphe kültürünün doğmasına neden olmaktadır. Ahlaki bir değer olarak güven, giderek yerini kaygıya, zanna, şüpheye bırakarak, güvenmemek, tek güvenlik alanı haline gelmektedir. Tüm bunlar rasyonellik adına irrasyonelin hayatımıza yayılması anlamına gelmektedir. Sonuçta modernliğin ürettiği birey, her tür zorunlu toplumsal kimliği yitirmiş olarak tasarlanır, çünkü kişilik ölçütsüzlük olarak kavranır. Bu manada modernlikle yitirilen aidiyetlerdir. Oysa geleneksel toplumlarda birey kendisini ait olduğu değişik toplumsal gruplara göre tanımlamıştır. Bireyler içi içe geçmiş bir toplumsal ilişki bütününde belirli bir yeri tevarüs ederlerdi. Bu durum, gerçek ben/liğ/i keşfedebilmenin "içerden yolu" idi. Bu bakımdan geleneksel aidiyetler her şeyin "kendisinde" olduğu pratiklerle yüklü; geçmiş nesillerin tecrübelerinden damıtılarak gelen "kurulu olan"a bürünerek yaşanan ve yükümlülükleri, ödevleri belirleyen tözün parçaları idi. Bu rolün kaybı, onlar için bir hiç oluş, en iyi ihtimalle bir yabancı veya serseri oluş anlamına gelirdi. Bu noktada ahlak krizini doğru tahlil edebilmek için, "ahlaklı olmak lazım" ya da "ahlakı işlevselleştirmeliyiz" temennisinin ötesine geçmemiz gerektiği açıktır. Çünkü fiili ve maddi şartların ahlaki değerlerden bağımsız olarak kurgulandığı bir zeminde yapılan ahlak vurgusu, bizi ahlaklı olmaya değil, ahlakçılığa götürmektedir. Böylesi ahlakçılık, kendisini yapılan şeylerin dışına koyarak yapılan her şeyi yargılayarak, yargısal aklı fetişleştirmektedir. Ahlakı ahlaksızlaştıran ahlakçılık tavrı, sadece ahlaki değerleri aşındırmamakta, aynı zamanda insanların ahlaki ve manevi değerler konusunda kayıtsız ve duyarsız hale gelmesine yol açmaktadır.
·
374 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.