Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Sınırdan Makyajsız Geçmeyen Kürt Kadınları
Meseleyi kavrayana kadar ben de çoğu insan gibi, onun fevkalade zararlı bir duygu olduğunu düşünüyor ve bunun her seferinde karşıma çıkmasına şaşıyordum. Aslında pek haksız da sayılmayız çünkü bir durum anlaşılamadığı, kontrol edilemeyip insanın hakikatiyle gereğinden fazla çatıştığı zaman; bilinci ve ahlakı, dahası insanı ezen, un ufak eden bir şeye dönüşüyor. Bizi ruhen felce uğratan şey, bizim zihinsel bir cüce olmanın eşiğinde durmamız ile ilgili olsa gerek. Ne var ki, sağlıklı bir suçluluk duygusunun olanı değiştirmede, zihnimizdeki görümleri yeniden düzenleyip oluşan anlamsızlığı telafi etmede gerekli olduğunu öğrendim. Suçluluk, genel geçer değerlere ters düşen bir davranışta, bizden beklenen bir tavra ve dahası kendi ölçülerimize ters düşen bir edimde ortaya çıkıyor. Başkalarının bu değerlere ya da onlardan beklenilen davranışa uymamasının bizde yarattığı rahatsızlık, aslında karşı tarafa yapılmış bir tür haksızlık olsa da, kişinin kendisi ve başkaları için duyduğu sorumluluk ve yükümlülükle orantılıdır. Zira bu durum bile büyük bir ölçüde, sevgi, empati ve vicdan muhasebesi gerektiriyor. Bu sevgi ve empati eğer ulus olma bilincinin bir sonucuysa yaşadığınız kırgınlık ve hayal kırıklığı korkunç bir hayat kırıklığına sebep olabiliyor. Yine de incittiğimiz kişinin bizim üzüntümüze tanık olması, birbirinizle kurduğunuz ilişkideki güç dengesizliğini onarmakla kalmıyor, aynı zamanda karşı tarafın duyduğu acının dinmesine de yarıyor. Bu iki uçlu bir durumdur. Bizi inciten kişinin bunun görmesi, ya da bizim onun üzüntüsüne şahit olmamız da aynı sonucu yaratır. Kim demişti hatırlamıyorum ama her şey önce ihtiyaç, sonra estetiktir. Batılı felsefenin kullandığı anlamda ‘etik’in gereği bu olsa da doğu felsefesinin ‘ahlak’ı (yaradılış, xulq, etik) bunun tersi durumlar yaratmakta ustadır. Şöyle ki, Kobani’deki felaket günlerinde yüzbinlerce insan kendini sınır tellerine vurarak evlerimizin odaları arasına çizilmiş hudutları aşarak kuzeydeki kardeşlerine sığınmıştı. Ortalıkta korkunç bir perişanlık vardı ve herkes bu duruma hazırlıksız -aslında tembelce bir tedbirsizlik demeliyim- yakalandığı için de günlerce açlıkla sınanan koca bir kalabalığımız olmuştu. Üzerimizdeki şoku atlatır atlatmaz yardım seferleri düzenlemeye başlamıştık ama karşılaştığımız manzara bizi korkunç bir suçluluk duygusuna buluyor, aç ve çıplak olduğunu gördüğümüz ve dahası buna göre davranmasını, kendini kötü hissetmesini, açlıktan kıvranmasını beklediğimiz ve perişanlığına tanık olmaya çalıştığımız insanlarda kötü olmak hissine dair tek bir belirti görmediğimiz için bir rahatsızlık sarmalına düşüyorduk. Sınır başkalaşmak demektir. Ortadan ikiye bölünmüş köylerin her iki tarafında kalanlar, birbirine yakın oldukları kadar, birbirlerinden uzaklaşmışlardı. Dil, ahlak, kültür, giyim ve mesela hiç beklemediğimiz şekilde yemek alışkanlıkları değişmişti. Zira onlar kendilerinin olmayan başka bir devletin, biz ise yine bizim olmayan daha başka bir devletin egemenliğinde başkalaşmış ve birbirimizden uzaklaşmıştık. Mesela Suriye, Frankofon bir ülkeyken Türkiye başka dinamikleri olan bir yerdi. Biz sınırın kuzeyinde kalan Kürtler, bir tarım toplumuyuz ve öğlen sıcağına kalmamak için sabahın erken saatlerinde uyanır ve çalışmaya başlarız. Bu, en azından yakın zamana kadar böyleydi ve bu, geceleri de erken uyumak demektir. Ama Kobani’den gelenler bütün gece kahve içiyor, sabah yerine öğleye doğru uyanıyordu. Bu durum, onları evlerinde misafir edenleri oldukça rahatsız etmiş ve sabahları bir sürtüşme durumu ortaya çıkarmıştı. Alafranga şehirliler ise bize göre yine farklılaşmıştı. Örneğin; kadınlar, neredeyse gün boyu ayna ile iletişim halindeydi ve makyajsız tek bir saatleri bile yoktu. Oysa bu bizde geleneksel olanla bir terslik barındırıyor ve ihtişamın saf güzellikle mukim olduğuna inanan bizler için acayip ötesi bir durum oluşturuyordu. Atlattığımız ilk şok da bununla ilgiliydi: Bizden süt, makarna, elbise, battaniye istemesini beklediğimiz kadınlar makyaj malzemesi, en çok da fondöten istiyordu. Elimizde yoktu ve yardım dağıtan arkadaşlar her gün “Mamoste, bu nasıl bir şeydir, açlıktan ölüyorlar ama tek dertleri yüzlerine sürecekleri fondöten ile biraz daha beyazlaşmak…” Verecek cevabım yoktu ama artık anlıyordum: Ölmemek için bunu yapıyorlardı. Birkaç kezdir tekrar tekrar okuduğum bir Zizek söyleşisi var. “Kendini suçlu hissetme. Kendini iyi hissedersen tüketim ideolojisinin parçası olursun duygusuna kapılma” diyor ve devamla, Bosna savaşından konumuzla ilgili bir anekdot aktarıyor: “Saraybosna kuşatma altındayken kabareler patladı. Kendileriyle alay ettiler. Sırplar şehri kuşatmış, elektrik ve gaz sürekli kesiliyordu. Çok garip bir şaka vardı: “Auschwitz ile Saraybosna arasındaki fark nedir? Auschwitz’te en azından gaz hiç kesilmiyordu..” Olay budur! Bu kadar umutsuz bir durumda bile kurbanı oynamadılar. Kadınlar açlıktan ölmek üzereyken bile sokağa çıkarken ruj sürdü. Bu yüzden gelip de onlara gıda yardımı yapan insani yardımcılardan nefret ettim. Birleşmiş Milletler sadece havaalanını kontrol altına aldı. Karadzic “Bir tabur ile kuşatmayı yaracak serbest koridor açabilirlerdi” dedi. Batı bunu neden yapmadı? “Ah, zavallı Bosna, keskin nişancılar herkesi öldürüyor” dedikçe sapıkça bir zevk alıyorlardı. Belki bilirsin. O zamanlar Berkeley’de Alfred Hitchcock ile ilgili bir konferansa katıldım. Amerikalı bir ahmak bana saldırdı: “Ülken bu durumdayken sen nasıl Hitchkock filmleri gibi fuzuli bir konuda konferansa gelirsin” dedi. Patladım: “Yok ya! Yani sen Hitchcock ile ilgili konuşabilirsin ama biz kurban gibi davranmalıyız öyle mi! Neden sen Yugoslavya’daki acıları anlatmıyorsun ve ben Hitchcock ile ilgilenmiyorum?” Tabii, o ülkem Slovenya’da bir çatışma olmadığının farkında değildi. Onlar için hepsi aynı. O yüzden asla unutmamalıyız: Evet, köktencilikle mücadele etmeliyiz ama esas sorun hakim liberal ideolojidir. Tıkandık. Bir şey yapmazsak ortaya çıkacak toplum hiçbirimiz için iyi olmayacak. Çıldırmış bir toplum olacak.” Özgüveni ve kendine duyduğu sevgi daha az olan toplumlar, şiddetli bir suçluluk duygusuna daha yatkın olurlar. Oysa suçluluğunu kendine itiraf edebilenler, ki onlar kendilerini sevdikleri için kendilerine karşı dürüsttürler, sakinleşiyor ve toplumsal sağlıklarına kavuşuyorlar. Biz Kürtler, kesilmekten korkmayan kutsal Hint inekleri gibi davranmaktan vazgeçmeliyiz ama biz, kurban gibi davranmamamız gerektiğinin de farkına varmalıyız. Bir suçumuz var ve onu kendimize itiraf etmeliyiz: Biz bunca nüfusumuza ve zenginliğimize rağmen devletsiz bir toplumuz ve acilen bu günahtan kurtulmalıyız. Biz bir travma toplumu olmayı reddediyoruz; özgüvenini hiçbir işgalciye kurban etmemiş ve açken bile şık görünmek için makyajını tazeleyen o kadınlardan ilham almalıyız: Bize kurban gibi davranmanızı kabul etmiyoruz: Çıkın ülkemizden!
İbrahim Halil Baran
İbrahim Halil Baran
·
42 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.