Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Acı Hikaye
Kaçırılan bir çocuğa dair ... Genç kadınların ısrarı üzerine hâkim bey kibarca öksürüp sandalyesinde biraz doğruluyor. Herkes ağzına bakarken, “Sizleri meşgul etmekten çekiniyorum gerçekten” diyerek yan çizme eğilimini belli edince karısının, “Hadi ama uzatma, herkes dinlemek istiyor” demesi üzerine tane tane, güzel bir Türkçeyle hikâyeyi anlatıyor. “Kırk iki yıl hâkimlik yaptım, Allah’a çok şükür vicdanı­ mı rahatsız eden, çoluk çocuğumu utandıracak, iki dünyada da hesabını veremeyeceğim hiçbir karara imza atmış de­ğilim. (Bunlar böyle uzun uzun girizgâh yapmadan konuşamaz diye düşünüyor banka patronu, ama çok ilgiliymiş gibi bir yüz ifadesiyle dinlemeye devam ediyor.) Yalnız bir hadise var ki hâlâ rüyalarıma girer, her gün üzerinde düşündü­rür, acaba farklı davranıp da can kurtarabilir miydim, olanların önüne geçebilir miydim diye vicdan azabı duymama sebep olacak sorular sordurur.” Atıfet Hanım’m, “Evet hâkim bey, sonra?” demesi, hâkim beyin konuya gelmesi için bir işaret oluyor. Yoksa adamcağız bu minval üzere devam edip gidebilir. Çünkü zamanı başka türlü algılayan bir nesle mensup hâkim bey; her yere ve her şeye yetişmeye çalışırken yaşamı unutan, nefes nefese, telaşlı bir kuşağı anlayamaz. Ona göre, sohbet dediğin yavaş ve uzun olur. Ama karısının uyarısı üzerine, “Bu hadise İzmir’de ağır ceza reisliği sırasında başıma geldi ve üzerinden de çok geçmedi” diye anlatmaya devam ediyor. “Yani mezar hâlâ taze ve zavallı fail hâlâ hapiste cezasını çekiyor. Zavallı fail...” Bu sözler ilgi çekici olsa da, gençler, özellikle de genç kadınlar hâkim beyin kullandığı birçok kelimeyi anlamadıkları için Atıfet Hanım arada bir tek tek kelimelerin Türkçesini söylüyor, konuşmanın ritmini bozmadan açıklamalarda bulunuyor. “Eski ve kapanmış bir çocuk kaçırma dosyası yeniden açılmış ve önüme gelmişti” diye devam ediyor hâkim bey. “O davadan yaklaşık dokuz yıl önce, İzmir’de ticaretle uğraşan, otuzlu yaşlarında Serdar Yolaçan’la eşi yirmi dokuz yaşındaki Sibel Yolaçan’ın iki çocuğundan biri olan Ebru ka­çırılmıştı. Kaçırılma olayı da şöyle olmuş: Bir haziran günü Sibel, üç yaşındaki kızını alarak, arabasıyla Urla’ya doğru yola çıkmış, kocasıyla akşam yemeğini orada bir balık lokantasında yemek için sözleşmişler. Kocasının gündüz Urla’da işi olduğundan zaten oradaymış. Sibel’in küçük çocuğu Hakan ise bir yaşında olduğu için onu Sibel’in annesine bırakmışlar. Her zamanki gibi, Sibel, Ebru’yu arabanın arka tarafındaki bebek koltuğuna oturtup bağlamış, yola çıkmış. Urla yolunu yarıladığı zaman da benzin işaretinin yandığını görüp bir yakıt istasyonuna girmiş. Kırmızı bir Polo’ymuş araba. Oradaki genç görevli yakıtı doldurduktan sonra, sıradaki diğer arabaları engellememek için arabayı pompanın önünden çekmesini işaret etmiş Sibel’e. O da dükkâna yakın bir yere park etmiş ve parayı kredi kartıyla ödemek için dükkâna girmiş. Hemen ödeyip çıkmış ama bir bakmış ki Polo yerinde değil, işte böyle kaçırılmış çocuk. Bu işi yapanlar arabayı çalarken kazara çocuğu da mı kaçırdı ya da çocuğu kaçırırken arabayı da mı aldılar bilinmiyor. Ailenin aklını oynatacak hale geldiğini tahmin edersiniz elbette. Genç anneyi ancak ilaçlarla, iğnelerle hayatta tutabiliyorlarmış. Polis etraflıca bir araştırma yapmış, güvenlik kameralarını izlemiş ama ne yazık kamera arabanın ancak arka tarafını gösteriyormuş, şoför kısmı görüntüde değilmiş. Günlerce fidye istenmesini beklemişler ama arayan soran olmamış. Gazetelere ilanlar verilmiş, anne en perişan haliyle televizyonlara çıkıp ağlayarak çocuğunu kaçıranlara yalvarmış, ne isterlerse yapacağını, çocuğuna zarar vermemelerini istemiş. Ne var ki hiç ses seda çıkmamış. Altı ay sonra polis ormanda tecavüze uğradıktan sonra boğularak öldürülen bir kız çocuğu cesedi bulmuş. Bu olay da basına intikal etmiş. Televizyon kameraları eşliğinde on yaş yaşlanmış, hüngür hüngür ağlayan ve perişan bir halde morga getirilen anne o zavallı kızın Ebru olmadığını söylemiş. Dosya da böylece kapanmış ama yaklaşık yedi ay sonra annenin adına bir mektup gelmiş, imzasız mektubu yazan, kı­zını kaçıran kişi olduğunu belirterek, Ebru’nun iyi olduğunu, merak etmemesini, onu kendi kızı gibi bakıp büyüttüğünü ve sık sık sağlığı konusunda haber vereceğini bildiriyormuş. Hep bir kızı olması istediğini, Allah’ın bu lütfü ondan esirgediğini, bu yüzden böyle bir yola başvurduğunu söylüyor, özür diliyor, ama hiç olmazsa annenin azabını hafifletmek için bu mektubu yazmaya karar verdiğini belirtiyormuş. Kadın gözyaşlarına boğulmuş. Hem ‘Allahım çok şükür, Ebrum sağ ve iyi’ diye seviniyor, hem de ona kavuşmak için mektubu yazan kişinin bütün uyarılarına rağmen polisi işin içine karıştırmak zorunda olduğunu hissediyormuş. Kocası kesinlikle polise gitmekten yanaymış. Gitmişler, dosya yeniden açılmış. Mektup üzerinde teknik incelemeler yapılmış; ne bir parmak izi varmış ne de el yazısından çıkarılabilecek bir ipucu. Mektup Alsancak Postanesi’nden postaya verildiği için o bölgede sıkı bir araştırma yapılmış ama sonuç çıkmamış. Soruşturma tekrar uykuya yatmış. Kadıncağız büyük bir umutla her sabah postacının getireceği mektubu bekler olmuş. Nitekim ilk mektuptan kırk gün sonra ikinci bir mektup almış. Aşağı yukarı aynı şeyler yazılıymış mektupta ama en önemli bölüm Ebru’nun neşesinin ve sağlığının yerinde olduğunu bildiren satırlarmış. Bu kez mektup Basmane Postanesi’nden atıldı­ğı için o bölge incelenmiş ama yine sonuç çıkmamış. Anne iki mektubu yan yana duvara asmış, onların üstüne de Ebrusunun resmini yerleştirmiş. Bu kutsal köşenin önünde vakit geçirir olmuş, iki tesellisinden biri bu mektuplar, diğeri de büyümekte olan oğlu Hakan'mış. Üçüncü mektup yine kırk gün sonra gelmiş, tamı tamına kırk gün. Her şeyin yolunda olduğunu belirten o mektup da ötekilerin yanma asılmış. Daha sonra her kırk günde bir mektup gelmiş. Her biri ayrı postaneden atılıyormuş mektupların: Aydın'dan, Muğla'dan, Ödemiş'ten, Manisa'dan... Bir süre sonra bu mektuplara resimler de eklenmiş. Sibel'i ve kocasını mutluluktan çıldırtan, gözyaşları içinde havalara sıçramalarına neden olan ilk resimde Ebru bir pastanın üstündeki beş mumu üfleyerek söndürüyormuş. Karıkoca, başına bir taç konmuş, bir de pelerin giydirilmiş olan çocuğun, mumları üflemek için şişirdiği yanaklarına, olağanüstü sevimliliğine bakıp günlerce ağlamışlar. Sizi sıkıyor muyum böyle uzun uzun anlatarak bilmem ama bu hadise bana çok tesir ettiği için mazur görün.” Atıf Bey'in bu geri çekilme girişimine en büyük itiraz genç kadınlardan geliyor. “Ne olur anlatın” diye ısrar ediyorlar. Anlatı sanatının değişmez ilkesi olan, kahramanla özdeşlik kurma, onun gibi hissetme kuralı işlemeye başlamış anlaşılan. Hâkim bey anlatırken genç anneler kendilerini Sibel'in yerine koyuyor, onun yaşadıklarını yüreklerinde duyumsuyorlar. Hikâyeyi dinlerken sık sık kulak memelerini çekip, üçüncü parmaklarının eklemiyle masaya vurmaları da bu yüzden işte. Hikâyenin devamı ... Sibel Hanım’m kızı resimlerde büyümeye baş­ladı. Çünkü her kırk günde bir aynı büyüklükte, krem rengi dikdörtgen zarflar içinde, aynı yatık, düzgün el yazısıyla kibar mektuplar geliyor, mektupları yazan kişi, Ebru’nun son zamanlarda yaptıklarını anlatıyor, nasıl cıvıl cıvıl konuştuğuna örnekler veriyordu. Bazen de bir resim çıkıyordu zarftan. Resimlerdeki Ebru bahçede oynuyor, ip atlıyor, ders çalışıyordu, çünkü okula başlamıştı artık. Yıllar geçip gidiyor, duvar resimlerle doluyor, Sibel o duvarın karşısında diz çökerek bazen hıçkırıklar içinde, bazen gülerek, hatta zaman zaman ikisini birden yaparak teselli bulmaya çalışıyordu. En azından sevgili kızı, yavrucuğu iyiydi, resimlerde mutlu gö­rünüyordu. Herhalde kendisini kaçıran kişileri ailesi sanıyordu ki yüzünde müthiş bir çocuk mutluluğu okunuyordu. İlk resim, Ebru kaçırıldıktan yaklaşık iki yıl sonra gelmişti. O iki yıl içinde çocuk serpilip gelişmişti, bebek ifadesi gitmiş, yüzü daha anlamlı bir hale gelmişti. Çocuğunu kaçıran her kimse, ona her doğum gününde aldığı hediyelerin resmini de gönderiyor, her yıl Sibel Hanım’ın yerine de bir hediye alıyordu. Bazen bir bebek, bazen oyuncak bir yemek takımı, bazen bir boyama kitabı, bazen bir video oyunu. Sibel kendisine her kırk günde bir mutlaka haber veren suçluya neredeyse şükran duymaya başlamıştı. Nasıl oluyorsa zalim ama merhametli biriydi bu her kimse. Çocuğunu kaçırmak gibi korkunç bir suçu işlemiş olsa da, annenin cehennem azabını hafifletmeye çalışıyordu. Sibel’le birlikte Hakan da resimlere bakıyor, artık aklı erdiği için kaçırılmış olan ablasını resimlerde tanımaya çalışıyordu. Sibel için yaşam kırk günlük devrelere bölünmüştü. Otuzuncu günden sonra kıvranmaya başlıyor, belki yanlışlıkla mektup bir iki gün önce gelir diye postacının yolunu gözlüyor, ya kaybolursa diye de bü­yük bir çöküntü yaşıyordu. Bir seferinde mektuptan resimle birlikte umulmadık bir hediye çıktı ve Sibel’i gözyaşlarının da tanık olduğu sonsuz bir mutluluğa boğdu. Zarftan bir tutam kumral saç çıkmıştı. Sibel bu saçı günlerce kokladı, öptü, koynunda sakladı; geceleri yastığının altına koydu, yavrusunun kokusunu alan bir hayvan gibi ondan ayrılamadı. Evet, Ebru’yu kaçırana minnet, şükran duyuyordu. Adam ya da kadın yıllardır, her kırk günde bir gönderdiği mektuplarını hiç aksatmamış, “Sibel Hanım” diye başladığı mektuplarda -ne ilginç. Sevgili Sibel Hanım. Sanki bir dostmuş gibi- Ebru’yla ilgili her türlü bilgiyi vermiş, özlemden kavrulsa bile yine de onun sağ ve mutlu olduğunu bilmenin mutluluğunu tattırmıştı. Şimdi de elinde yavrusunun bir tutam sa­çı vardı işte. Ebru artık dokuz yaşındaydı. Genç kızlığa adım atan, harikulade güzel, tatlı, gamzeli gülücükleriyle parıldayan kumral bir çocuktu. Evi geçindirme sorumluluğu mu, günlerini dışarıda birçok kişiyle birlikte geçirmek ve mücadele etmek zorunda olması mı, nedendir bilinmez ama, aradan geçen yıllar kocasını daha olumlu yönde etkilemişti. Onun en büyük tutkusu oğlu Hakan ve Sibel’in ruh sağlığıydı. Ne var ki kadın atlatamamıştı. Zaman zaman migren ağrılarıyla ağlama krizleri birlikte geliyor, sanki o eve rastlantıyla gelmiş bir ruh gibi, insanların arasından çekilip gidiyor, kendi acılı dünyasına sığınıyordu. Bu krizler sık sık geliyordu ama iki kez çok ağır olduğu için psikiyatri kliniğine yatırdılar. Sibel bu yıllar içinde çöktü gitti. Kocasının bir başka çocuk -belki de bir kız- yapmaları önerisine şiddetle karşı koydu, istemedi. Hakan, böyle tuhaf bir atmosferde büyümesine rağmen son derece akıllı, sağduyulu bir çocuk oldu. Okulda başarılıydı, diğer arkadaşları gibi o da bir bilgisayar kurduydu, ne var ki onun bilgisayar karşısında geçen vakitleri sadece eğ­lenceye ya da haberleşmeye değil, bir amaca yönelikti. İyi bir araştırmacı olarak tahminine göre, bu devirdeki her öğrenci gibi Ebru’nun da Facebook, Twitter, Instagram gibi sosyal medya ağlarında bir izi bulunmalıydı. Bir yerden çıkardı nasıl olsa. Annesine yardım edebilmenin tek yolu buydu. Böylece kızıl saçlı, burnunun üstü çillerle dolu sevimli oğlan, aylarca bu işin peşine düştü. Her gün okuldan geldiğinde bir iki saat araştırma yapıyordu. Uzun süre bir şey bulamadı; sonra sosyal medyada değil ama bambaşka bir yerde, onu heyecanlandıran bir buluş yaptı. Okul yıllıklarını tarıyordu. Törenlerde çekilmiş toplu resimler, öğrencilerin kişisel sayfaları, okul gezilerinin anıları gibi hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmadan hem de. Hakan'ı heyecanlandıran resim de Milli Park’a yapılan bir okul gezisiydi. Okulun sayfasında resmi olarak yayınlanmıştı. Resimlerde kızlı erkekli öğrenciler, iki hanım öğretmenle çeşitli hatıra pozları vermişler, bazen de haberleri olmadan gezerken yansımışlardı fotoğrafa. Ebru, kimi daha yakın, kimi uzak olmak üzere en az altı fotoğrafta net olarak görülüyordu. Salondaki duvarda resimleri asılı olan kızdı bu; Ebru’ydu. Hiçbir kuşkusu yoktu bundan. Okulu, sını­fı, numarası belliydi. Hakan odaya girip de “Anne, Ebru’nun nerede olduğunu biliyorum” dediğinde, Sibel annesiyle telefonda konuşuyordu. O anda almacı elinden düşürdü. Ertesi gün polise gittiler, polis soruşturma başlattı, okulda inceleme yaptı. Çeşitli yaşlarda yedi Ebru vardı öğrenciler arasın­da ama o resimde görülen kızın adı Ebru değil, Esra’ydı. Sekizinci sınıf öğrencisiydi; İzmir merkezli, su arıtma araçları imal eden bir şirketin satış temsilciliğini yapan Fatih Demir adlı birinin kızıydı. Doğum tarihi Ebru’nun kiyle aynı yıl, yalnız bir ay farklıydı. Teknik incelemeye göre Sibel’e yıllardır resimleri gönderilen kızla aynı kişiydi. Polis, Fatih Demir’in evine gitti. Adam durumu inkâr ediyor, Esra’nın kendi öz kı­zı olduğunu, karısının Esra’yı doğururken vefat ettiğini tekrarlayıp duruyor, işin garibi hastane ve nüfus kayıtları da onu doğruluyordu. Düzgün bir adama benziyordu, kriminal olaylara karışacak bir tipi yoktu. Esra da ifadesinde babasını çok sevdiğini tekrarlayıp durmuştu. Adam bir daha evlenmemişti, Esra tek kızıydı. Olaylar yüzünden aklını kaçırma noktalarına gelen Sibel Hanım, Ebru’yu görmek için izin almış, onunla konuşarak çocukluk anılarını canlandırmaya çalışmış, oyuncaklarını, bebeklerini göstermişti. Üç yaşında bir çocuğun zihninde kalan bazı anılara ulaşmaya çalışı­yordu. Ne var ki başaramamıştı. Kız babasını çok sevdiğini tekrar edip duruyordu. Sonunda aile, Ebru’yu geri alabilmek için dava açtı; ellerindeki bütün delilleri teslim ettiler, hazırlık tahkikatı yapıldı ve deliller kuvvetli görülerek açılan dava Atıf Bey’in başkanlığındaki mahkemenin önüne geldi. Duruşmalar boyunca Fatih Demir garip bir biçimde sessiz kaldı, hiçbir soruya cevap vermek istemediğini belirtti, bu da üzerindeki şüpheyi kuvvetlendiren en önemli etken oldu. Sadece mahkeme heyetine yalvarıyor, bu işin üstüne daha fazla gitmemeleri gibi akıldışı bir istekte bulunuyordu. Sibel Hanım ise duruşmalar boyunca gözünü adama dikiyor, sanki onu bakışlarıyla çarmıha germek istiyordu. Mahkeme heyeti, Fatih Demir’in hiçbir şey söylememesini ve aleyhindeki delilleri göz önüne alarak kızın, kaçırılmış Ebru olduğundan neredeyse emindi artık ama karar aşamasından önce Atıf Bey, davaya müdahil olanların DNA örneklerinin tespiti için adli tıbba yazı yazılmasına karar vererek duruşmayı erteleyince, baştan beri sessiz kalmış olan Fatih Demir “Ne olur, bunu yapmayın” diyerek hâkime yalvarmaya başladı. “Ne olur bunu yapmayın, felaket olur” diye tekrar edip duruyordu. Bu durum adamın suçunu itiraf etmesi gibi bir şeydi. Karar duruşmasında herkes mahkeme salonunda hazırdı. Sibel Hanım kızını o gün alacağından emindi. Atıf Bey duruşmayı açtı ve adli tıptan gelen raporun, herkesi hayrete düşüren sonucu açıklandı: Esra Demir, Fatih Demirin öz kızıydı; Ebru değildi. DNA’sının da Sibel Hanım ve eşiyle hiçbir benzerliği yoktu. Mahkemede bir uğultu yükseldi. Heyetin de kafası karışmıştı. Oysa herkes sonuç­tan o kadar emindi ki. O sırada Fatih Demir konuşmak istediğini belirtti. Mahkeme heyetine gerçeği anlatacağını söyledi, çünkü rapordan sonra artık gizleyecek bir şey kalmamış­tı. Atıf Bey hem mahkeme reisi hem de bir insan olarak durumu çok merak etiği için Fatih Bey’i sorguya aldı. “Yıllardır Sibel Hanım’a giden bu mektupları sen mi yazdın?” diye sordu Fatih Demirce. O da, “Evet efendim” dedi. Hâkim, “O mektuplarda Esra'nın Ebru olduğunu sen mi belirttin?” diye sordu. “Evet efendim” dedi sanık. “Sibel Yolaçan’a, kızı Ebru’yu kaçırdığını sen mi iddia ettin?” diye sordu hâkim. “Evet efendim” dedi sanık. “Peki, Ebru’nun kaçırılma olayına karıştın mı?” diye sordu hâkim. “Hayır efendim” dedi sanık. “Ebru’yu tanır mısın?” diye sordu hâkim. “Hayır efendim” dedi sanık. “Esra Demir senin öz kızın mı?” diye sordu hâkim. “Evet efendim” dedi sanık. “Ebru’yu kaçırmadığın halde kaçırmış gibi gösterdin, ailesinde bu kanıyı uyandıracak mektuplar yazdın öyle mi?” diye sordu hâkim. “Evet efendim” diye cevap verdi sanık. “Bu davranışının sebebi neydi?” diye sordu hâkim ve sanık anlattı: “Sayın hâkim bey ve mahkeme heyeti, mahkemenin başından beri işlerin bu noktaya gelmemesi ve önüne geçilemeyecek felaketler olmaması için çok uğraştım ama artık saklanacak tarafı kalmaması üzerine bildiğim her şeyi anlatıyorum size. Yıllar önce eşimi bir kız çocuğu doğururken kaybettim, kızımı, annemin de yardımıyla büyüttüm. Esram üç yaşına geldiğinde televizyonda aynı yaşta Ebru adlı bir çocuğun kaçırıldığını duydum. Annesi, yani bu hanım, Sibel Hanım dayanılmayacak kadar çok acı çekiyor, çocuğunu kaçıranlara yalvarıyordu. Basından bu olayı izlemeye devam ettim. Kaçırılan çocuk, Esrama benziyordu. İkisi de kumraldı, burunları kalkıktı. Küçük Ebru’yla ilgili hiçbir talep gelmemiş, kaçıranlar aileyle irtibat kurmamıştı. Bu durum açık olarak -ne yazık ki- küçük Ebru’nun belki tecavüze uğrayarak, belki de başka nedenlerle öldürüldüğünü gösteriyordu. Annesi babası umut kesmiyorlardı ama bana göre durum çok açıktı. Buna rağmen bir yıl bekledim. Aradan geçen zaman ne yazık ki tahminimi haklı çıkarıyordu; polis de aynı görüşteydi zaten. Kadıncağızın acısı beni çok etkiledi. Ekranda döktüğü gözyaşları, nasıl bir cehennem azabı çektiğini gösteriyordu. Bunun üzerine onun acısını hafifletecek, onu bir yalanla dahi olsa teselli edecek bir yönteme başvurdum. Aynı yaşta olan kendi Esramı Ebru gibi göstererek onu cehennem azabından kurtardım. Ona mektuplar, resimler gönderdim. Eğer bu dava olmasaydı, sevgili kızının yaşadığını, mutlu olduğunu sanarak deva bulacaktı. Ama şimdi ne olacak bilmiyorum efendim. Hepimizin dünyası yıkıldı.” Adam susup yerine oturduktan sonra bir sessizlik oldu, kimse ne diyeceğini bilemiyordu. Bu şaşkınlık içinde, yü­zü bembeyaz kesilmiş Sibel Hanım’m ayağa kalktığını gördüler. Sibel birkaç adım atıp Fatih Bey’in önüne geldi, adam da ayağa kalktı; olayın iki kahramanı bir süre öyle kaldılar. Sonra Sibel Hanım adama “Yalancı!” diye bağırdı, çantasından çıkardığı tabancadaki altı kurşunu onun üstüne boşalttı. Fatih Demir hastaneye yetiştirilemeden öldü, Sibel cezaevine gönderildi. Duruşmalar boyunca öldürme sebebi olarak hep aynı şeyi tekrarlayıp durdu: “Yalan söylüyordu, öldürdüm, çünkü yalan söylüyordu, ölmeyi hak etti, çünkü yalan söylüyordu.” Ağzından bundan başka söz çıkmadı. Müziğin bir ara hafiflemesini fırsat bilerek hikâyesini tamamlayan Hâkim Atıf Bey’in “Demek ki gerçeği bilmek her zaman iyi sonuç vermiyor, bazı şeylerin gizli kalması daha iyi” derken sesinin titrediği duyuluyor, gözlerinin buğulandığı görülüyor. Cebinden düzgünce katlanmış beyaz bir mendil çıkarıp kahverengi kalın bağa gözlüğünün camlarını silerken, “O günden beri düşünürüm” diyor. “Gerçek her zaman iyi midir? Daha doğrusu gerçeği ortaya çıkarmak her zaman iyi sonuç verir mi, yoksa yaşayabilmeleri için, insanların sahte dünyalarına göz yummak daha mı doğru?” Sonra “Müsaadenizle efendim” diyerek ayağa kalkıyor. Hâkim bey tuvalete doğru yürürken Atıfet Hanım, “İş­te böyle” diyor, “acı bir hikâye bu, her anlatışında sarsılı­yor ama ben de anlatmasını, içini dökmesini istiyorum. Belki böyle rahatlar. Bu hadiseden sonra emekliliğini istedi; hâlâ her ay İzmir'e gider, cezaevindeki Sibel Hanım’ı ve zavallı Fatih Bey’in mezarını ziyaret eder. Bu arada günahsız Esra’yı da biz okutuyoruz. Çok acı bir hikâye.”
Sayfa 163 - Kaçırılan bir çocuğa dairKitabı okudu
··
466 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.